Bu olaya "yılkıya çıkarmak" denir.
O atlara da "yılkı atı".
Günümüzde de insanoğlu bunu sıkça yapıyor.
Ama artık yükümüzü taşıyan atlar yok eskisi gibi.
Hayatımızın yükünü tarih boyunca taşıya taşıya tarihe karışmak üzereler.
Şimdiki yük hayvanları ise, kendimiz olduk!
Ve şimdi yılkıya ayrılanlar ise, insanoğlu...
İnsanlarımız, anasını, babasını, dedesini, ninesini başından savarcasına götürüp bir yerlere bırakıyor. Unutulmuşlara karışıyorlar oralarda ya da terk edilmişlere. Emanet adıyla terk edildikleri adresler ise ya huzurevleri olur ya da düşkünler yurdu.
Ama, aslında bundan daha önce, devlet tarafından yılkıya ayrılmışlardır genellikle.
Bugün emekliye ayrılan her insanımız, biraz da yılkıya ayrılan at gibi değil mi?
Emekliliklerinden sonra mahkum bırakıldıkları yaşam koşulları, mahrum edildikleri en insanca haklarına baktığımızda, yaşlılarımızın ve emeklilerimizin devlet tarafından adeta o yılkı atları gibi bir yük hayvanı olarak görüldüğünü anlamak mümkün.
Liseli yıllarda okuduğum bir kitapta öğrenmiştim ilk kez.
Atları da vururlarmış. İşte bu şekilde.
O kitapta, insanın en sadık dostu olan, hem savaşta, hem barışta, hem de işte tarih boyunca insanın ve bir bakıma insanlığın tüm yükünü taşıyan bu hayvanlar öyle elden ayaktan düştüğünde, götürüp dağlara terk etme gibi bir gelenek olduğunu öğrenmiştim. Abbas Sayar'ın o kitabı sayesinde "yılkı atı" ve "yılkıya ayırma" kavramlarıyla ilk kez tanışmıştım. Ama yaşım kemale ermeye başladığımda fark ettim ki, Yılkı Atı adlı o kitabın kahramanları, atlar değil de, insanlarmış aslında. Tıpkı bugünkü emeklilerimiz gibi...
Dün sabah evden çıkıp, bulvarda ilerlerken bir yılkı atına rastladım. Devletin yılkıya ayırdığı bu yük hayvanı, devletini yıllarca "gık" demeden sırtında taşıdıktan sonra, terk edilmiş, unutulmuştu hayatın içinde. Ağır hayat koşulları denilen hamut, hala boynunda bir halka gibi, devletin hiç inmediği sırtındaki eğer de hala sırtındaydı, tıpkı bir kamburu gibi...
Belki biraz da soğuk nedeniyle titreyen elleriyle para çekmeye çalışıyordu bankamatikten.
Çabası başarılı olmayınca da benden yardım istedi.
Emekli maaşını almaya ancak daha yeni geldiğini anlatıyordu yardımcı olurken.
Hasta yatağından kalkıp da gelememişti. Ama buna da iyi tarafından bakıyormuş.
Banka önlerindeki o uzun kuyruklarda saatlerce beklemeye zaten takati yokmuş.
En büyük korkusu, daha önce başkalarının başına geldiği gibi, ecelin kendisini emekli maaşı kuyruğunda yakalamasıymış... Ayrılırken, aldığı maaşın üşüyen ellerini bile ısıtmaya yetemeyeceğini düşünüp, içimi sızlatan duygularla baş etmeye çalışıyordum...
Az ileride bir köşede imza kampanyası etkinliği vardı.
Yaklaştım merakla..
Emekliler, imza topluyorlardı!
İstedikleri, sadece insani haklarıymış.
Emekliliklerinden doğan kazanılmış bir hakları yok zaten! İnsani haklarını korumak için, sendikakurmalarına bile izin yok! Kurdukları sendika ise, yıllarca verdikleri onca mücadeleye rağmen kapatılıyor. "Biz emekli olmakla insan olmaktan da mı çıktık, insani haklarımızı mı yitirdik?" diye de soruyorlardı.
İşyerime geldiğimde, hemen bilgisayarımı açıp, sabah karşılaştığım bu insanları yazıp anlatmak istedim. Çünkü onlar, ülkemizin gerçekleri nedeniyle belki de son emekliler! Öyle ya, dayatılan koşullar nedeniyle artık mezarda emeklilik bekliyor bir çoğumuzu! Ama tuşlara dokunurken, yılkı atları geldi aklıma.
Peki, neydi bunun adı?
Vefasızlık mı?
Kuşkusuz evet!
Ama vefasızlık, sevginin bittiği yerde başlamıyor mu aslında?
Demek ki, çokçası sevgisizlik!
Biz, sevgiyi de onlardan öğrenmemiş miydik bir zamanlar?
Biz sevgiyi yılkıya ayırmışız asıl!
Sevgiyi öğrendiğimiz, bizi sevgi ile ilk tanıştıran büyüklerimizi yılkıya ayırmaya başladığımız gün...
Sevgiyi de ölüme terk etmişiz meğer...