Dünya Savaşı sırasında, cephede yanı başında patlayan bir İngiliz topuna ait şarapnel parçasın alnında bıraktığı derin yara izi de, artık onun için kâhyalığının yanında aksesuar olarak onurla taşıdığı bir nişandı. Ayrıca sağ elinin iki parmağı da aynı yaralanma olayı dolayısıyla hafif sakat kalmıştı. Ama ben, dedemin bir nişan diye hep diğer gazilerin yaptığı gibi yakasında bir madalya taşımasını isterdim.
Dedeminse madalyası yoktu. Bunun nedenini sormuştum bir gün. İlkokul öğretmenimin ilgisini çekmiş, Çanakkale gazisi olduğunu bildiği dedemin neden “gazi madalyası” almadığını ve bazı savaş anılarını da öğrenmemi istemişti.
Anlamlı anlamlı gülerek,
— Benim madalyam var, demişti.
Bu yanıt karşısında çok şaşırdığımı anımsıyorum.
O zamana kadar hiç madalya taşıdığını görmemiştim çünkü. Yanıtına sevinerek,
— Hani nerede, göstersene bana, demiştim.
Hemen kasketini çıkarıp, başındaki yara izini göstermiş ve
— İşte benim madalyam bu... demişti ardından da.
Çocukça bir saflıkla;
— Ama bu madalya değil, sadece bir yara. Madalya gibi taşınmaz ki... demiştim bense.
O zaman dedemin sert ve öfkeli bir ses tonuyla şunları söylediğini anımsıyorum:
— Hayır, taşınır. Ben bu madalyayı her zaman kendimle birlikte taşıyorum. Öteki madalyalar istendiğinde çıkarılıp bir yana konulur. Ama bu madalyayı ben istesem de çıkaramam. O savaşta aldığım yaranın acısı geçti ama izi kaldı. Benim madalyam bu. Ben bu madalyayı mezarımda da kendimle birlikte taşıyacağım. Hem de alnımda...
Öteki dünyada da yine bu madalyası ile birlikte yaşayacağına inanırdı dedem. Kendisine haksızlık yapan, hakkını yiyenlerin karşısına ruhunda da taşıdığı bu madalya ile birlikte dikilip onlardan hesap soracağını söylemişti birkaç kez de...
Gazilik madalyası verilmesi için diğer gaziler gibi niçin kendisinin de gidip başvuru yapmadığını bilemiyorum. Ya da bunun nedenini söylemişse bile bunu şimdi anımsayamıyorum. Belki de onu anlayabilecek yaşta olmadığımdan, söyledikleri tam olarak aklımda kalmamış olabilir. Sanırım böyle bir başvuruda bulunmamıştı.
Ama bildiğim bir şey var ki, o da dedemin dünya nimetlerinde hiç gözünün olmadığıydı. Maddi şeylere hiç değer vermezdi dedem. İçtiği sigara hep Üçüncü sigarası olurdu. Mal mülk edinme gibi bir ihtirası da hiçbir zaman olmamıştı. Mal anlamında hayatı boyunca sahip olduğu tek şey, bir eşekti. Benim çocukluğumda kasabamızda sadece iki eşek arabası vardı. Bunlardan biri dedemindi. O arabayı da, ihtiyarlığı sırasında ninemle birlikte ovaya daha rahat gidip gelsinler diye babam almıştı. O eşek arabasıyla ancak yaşlılığı döneminde artık kendi bağlarına gidip gelmeye başlamışlardı öksüz Emin ile öksüz Gülsün. Oğullarının dişinden tırnağından arttırıp da satın aldığı birkaç dönümlük bağ, onların yaşlılıklarında özenle baktıkları bir hazine gibiydi sanki...
Bugünse, dedemi çok iyi anlayabildiğimi sanıyorum. O, hiçbir zaman bir madalya ya da öyle bir ödül istemiyordu. Sadece, doğuştan kendisine ait olan, ama kendisinden zorla çalınan onurunun, kırılan ve incitilen gururunun iadesini istiyordu.
Ünlü düşünür Jean-Jacques Rousseau’nun bir sözü vardır: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Dedem de bu gerçek nedeniyle öfkeli bir insandı.
Soylu ve zengin bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldikten sonra, kendisine bir yazgı imiş gibi dayatılan gerçekler, sonuçta onu sıradan bir amele, sonra da bir kahya yapmıştı. Ve o, sadece Dünya savaşı sırasında İngilizlerin elinde geçirdiği 2 yıllık esirlik hayatı süresince değil, tüm hayatı boyunca zincire vurulmuş gibi hissetmişti kendini.
Savaşta düşmanın, savaş sonrasında ise yoksulluğun esiri olmuş, savaşta düşmanın ellerine vurduğu, kendi topraklarında ise bazı hısımlarının ayaklarına yapıştırdığı prangalarla yaşamıştı hep. Her iki pranga da aynı amaçla vurulmuştu hem de. Ve bunu da hep “alın yazısı” diye kabul etmesi öğütlenmişti kendisine.
Dedem hayata karşı biraz da bundan öfkeliydi işte.
Kader denilen şeye bir başkaldırıydı onun öfkesi.
Çünkü yaşadıklarının bir kader değil, haksızlık ve sömürü olduğunun farkındaydı...
Ve bir gün, ecel denilen şey yakasına yapıştığında, yakasında değil, o ak alnında taşıdığı madalyasıyla birlikte bu dünyadan ayrıldı. Geride bir miras olarak bıraktığı tek şey, her zaman onurla taşıdığı “soyadı” olmuştu...
~ SON ~