— Ben orduda ikinciydim...
Benimle konuşurken, çoğunlukla böyle başlardı sözlerine.
Adı Hüseyin’di.
Ama ben hep “Sivri Dede” derdim ona.
Gördüğüm en uzun adamdı o zamanlar. Henüz çocuk olduğumdan da gözüme bir dev gibi görünürdü...
Askerlik anılarını, katıldığı savaş hikâyelerini dinlemeye bayılırdım. Anlattıkları, gerçek yaşamının küçük birer ayrıntılarıydı aslında. Ama müthiş bir anlatım güzelliği vardı Sivri Dede’nin. Büyülenmişçesine dinlerdim. Bir de, onun anlattıkları benim için ancak tarihi masal ve hikâye kitaplarında rastlanılacak türden olduğundan galiba, garip bir biçimde etkilerdi. Bu yüzden, defalarca dinlediğim bir anısını bir kez daha dinlemekten bıkmazdım. Her defasında biraz daha değiştiğini fark etsem de...
Bazen anlattıklarına kapılıp, kendini iyiden iyiye koyverdiği olurdu. İşte o zaman, defalarca dinlediğim anısını bir başka türlü anlatırdı. Biraz daha allayıp, süsleyip, abartarak! Hatta bazılarını uydurduğunu bile düşündüğüm olurdu bu yüzden. Ama yine de onu dinlemekten müthiş keyif alırdım...
Sivri Dede, çocukluğumda çok önemli bir insan gibi görünürdü bana. Yaşı 80’i aşmışken bile, boyunun uzunluğu şaşırtırdı beni. Hele elleri, ayakları! İriliklerine elimde olmadan gülerdim! O ise, benim densizliğime kızacağı yerde, hafifçe tebessüm eder ve: “Ben orduda ikinciydim...”diye defalarca dinlediğim hikâyesini anlatmaya koyulurdu.
— Benden daa uzun biri vaadı. Zebella gibiydin herif! Soona, bi gün Yunannıla ta annı gabaandan furdu! Ondan soona orduda ben birinci oldum...
Bir gün de ayakları ile ilgili bir hikâyesini anlatmıştı:
— Bi gün şehere gittiydik. Ayaamda yarım pabıç, fıttık fıttık yürüyom. Fakirlikten deel ha! Yok ki ayaama göre bi pabıç! Deeken, bi baktıydım, ayakkabıcının biri tükkanına kocaman bi çift pabıç asmışmış. “Kaça” dedim hemen. Herif güldü, “Dayı bunna satılık deel” deye. Meğesem onnarı yiğeniynen Avropa’dan getirtmişmiş. Süs deye tükkana asmışmış. Nas’solsa kimse almaz deye herhal. “Sen ölene gadaa o pabıçlaa orda mı galcek” dedim. “Yok dayı! İllakine alcesen satem” dedi soona. “Kaç para istiyon?” dedim. Biz pareye “metelik” deedik o zamanna. Şincik yalan söölemeyem, o günün parasıynan bi fiyet dediydi. Yarı fiyetine istedim. “Olmaz dayı” dedi. “Başka param yok” dedim. “Olmaz dayı. Sen bööle bi ayyakkabı bulaman bi daa” dedi. “Sen de bööle bi ayak bulaman ama” dedim. Herifin sesi kesildi os’saat! Dicek bişey bulamadı herhal! Heh, heh, heh... Ööle ya, aha onna pabıçsa, aha bunna da ayak! Senin anneycen, o pabıcı yarı fiyetine aldıydım o gün. Yaa, işte bööle! Heh, heh, heh...
Yıllar sonra, Sivri Dede’nin anlattığı bu hikâyeyi bir fıkra kitabında okumuştum. İşletildiğimi düşünüp, “Seni gidi Sivri Dede” diye güldüğümü anımsıyorum. Ama doğru olabileceğini de düşünmedim değil. Kanıtı hep gözlerimin önündeydi...
Dedemden ve mahallenin yaşlılarından Çakıcı Mehmet Efe’nin Sivri Dede’yi bacaklarından vurduğunu duymuştum. Birgün de bu olayı soruvermiştim, çekine çekine... Kızacağından korkmuştum. Oysa Sivri Dede, kendinden söz etmenin verdiği o her zamanki keyifle, “Heh, heh, heh” diye gülmüş ve kendi kendine kafasını iki yana sallayıp, hikâyeyi anlatmaya başlamıştı:
— Irahmetli Çakıcı Efe çok seveedi beni. Akranlaam arasında pek boylu poslu bi çocuktum ya, ondan herhal... Kasaba’ya gelişleende, “Ula Üsen, bi gün seni de gızanlaam arasına alcem” deedi. Bi çeyrek altın verii, gideedi soona... Çakıcı Efe’den yüz buldum ya, bi zaman soona eyice palazlanınca etrafa meydan okumaa başladıydım gaari. Bi gün de Çakıcı Meemet Efe hakkında atıp tuttuydum. Kulaana gitmiş nasılsa. Kasaba’ya geldiği bi gün, gelip beni buldu. Ben daa “Vay Efem, seni göödüm ne mutlu oldum” dicektim ki, Çakıcı Efe hemen “Demek ööle ha Üsen?” deyip iki ayaamdan furdu. Soona bi de yaralaamın üstüne işediydi Meemet Efe! Yaa, işte bööle. Heh, heh, heh...
Acı haberi üniversitedeyken bir yaz tatili için döndüğümde almıştım!
Sivri Dede’nin vefat ettiğini öğrenmiştim evdekilerden! Uzun süredir de hastaymış zaten!
Üzüldüm mü, şaşırdım mı bilemiyorum. O kadar iri, yaşam dolu bir adamın bir gün hayata veda edeceği hiç aklıma gelmemiş gibiydi sanki... 70 küsur yaşındaki eşi Ayşe Nine ise, ondan bir kaç yıl önce göçmüştü dünyadan... Birbirlerini çok sevdiklerini anımsıyorum. Kavga ettiklerine hiç tanık olmamıştım. Tanık olduğum şakalaşmaları, birbirlerine takılmaları ise müthiş eğlendirirdi.
— Aaşa! diye seslenirdi ona Sivri Dede.
Acı haberi alır almaz Sivri Dede’nin evine gitmiştim. 2 katlı kerpiç bir evdi.
Orada ne bulacağımı umuyordum, bilemiyorum.
Soluk soluğa geldiğim o koca ev, birdenbire çok ürkütücü görünmüştü gözüme.
Sivri Dede ile defalarca sohbet ettiğim, Ayşe Nine’nin elinden nice çaylar içtiğim aynı ev olduğu halde... Koca tahta kapısı kilitliydi. Demir halkaları da bir iple birbirine bağlanmıştı. Kerpiç ev, o bomboşluğuyla, birdenbire yabancı, yıkılmaya yüz tutmuş, harabe bir ev oluvermişti gözlerimin önünde. Sokak da bomboş olmuştu sanki...
O evin bulunduğu sokaktan geçtim geçen gün.
2 katlı kerpiç evin yerinde 4 katlı kocaman bir apartman duruyordu şimdi.
Çocukluk anılarım geçti gözlerimin önünden.
Elimde olmadan Sivri Dede’yi anımsadım.
O şakalarını, o inanılmaz büyüklükteki ellerini, ayaklarını...
Çocukluğumda, mahallenin büyükleri “Ölüler, toprağın altında çiçek açar” derlerdi.
— Sivri Dede, diye düşündüm, "Şimdi hangi çiçeğin gövdesindesin, kimbilir?"
Bugün 15 Ekim 2008. Yukarıdaki yazıyı yazmamın üzerinden tam 8 yıl, 18 gün geçmiş.
Bugün içimi yakan bir başka ateş daha düştü yüreğime.
Sivri Dede'nin torunu, çocukluk arkadaşım ve can dostum Zafer'in ölüm haberini aldım.
Dedesi kadar uzun ömürlü olamadı ne yazık!
Daha 50 yaşındayken bir dostu yitirmenin acısı ne kadar büyük.
Yaşam ne kadar adaletsiz!
Sivri Dede'nin hangi çiçeğin gövdesinde olabileceğini bilememiştim. Ama torunu ve can dostum Halil Zafer Başsivri'nin hangi çiçeğin gövdesinde yaşayacağını, dahası hangi çiçeğe bal vereceğini çok iyi biliyorum... Göreceğim her zeytin dalı ve çiçeği, sevgili Zafer'i anımsatacak bana...
(Yukarıdaki resimde, Sivri Dede torunu Zafer ile birlikte)
15 Ekim 2008