Mustafa Kemal, Kurtuluş savaşı sırasında şunları söyler:
“Hiçbir zafer amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha bir büyük amaca ulaşmak için belli başlı bir araçtır. Zafer, bir düşüncenin üretim ve hizmeti anlamında bir değer taşır. Bir düşüncenin üretkenliğine dayanmayan bir zafer, kalıcı olamaz. O boş bir çabadır...”
Her savaşın taşıdığı bir anlam var kuşkusuz. Ama her savaşın anlamı birbirinden farklı. Bazı savaşlar vardır; somut bir anlamı yoktur ya da olsa bile anlamını anlatabilmek ve gerekliliğini açıklayabilmek zordur.
Bu tür savaşların sonucu ise sadece yıkım ve perişanlıktır. Böylesi bir savaşta yenilgi; esaret vekölelik, galibiyet ise çoğu zaman sadece savaşı kazanan bir taraf yaratır. Bu savaşların sonucu, yalnızca kazanan ve kaybeden bir taraf ortaya çıkarır. Bir mağlup taraf olur sadece, ama mutlak galip olmaz. Ama barışın galibi vardır. O da: İnsanlık ve kardeşlik...
Bazı savaşlar vardır; anlamı kutsaldır.
Sonucu ise gurur ve onur.
Mazlumların zulme başkaldırışı, zalime karşı yöneldikleri savaştır bu.
Bazen bu tür bir savaşta mağlup taraf galip bile sayılabilir.
Çünkü kazanan; insanlık onurudur.
Savaşın ne olduğunu ve savaşların birbirinden farklı ne gibi anlamlar taşıdığını öğrendiğim ilk kişi olmuştu dedem. Hayatının 8 yılını savaşta geçirmiş biri olarak, savaşın ne olduğunu tam anlamıyla anlatabilecek gerçekleri de yaşamıştı. Birinci Dünya Savaşı’na, ardından da Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı. Dünya savaşı gazisiydi. Bu savaşta İngilizlere esir de düşmüş, 2 yıllık esirlik hayatı da olmuştu.
Her iki savaş arasındaki farkı, bu yüzden dedem kadar iyi algılayabilen çok az insan vardır sanırım. Türk insanı için bir “şeref” demek olan “gazilik” mertebesini ve 2 yıllık esirlik hayatını gönüllü bir seferberlikle katıldığı 1. Dünya Savaşı’nda yaşamasına ve bu savaş ömür boyu taşıyacağı hem fiziki, hem psikolojik izler bırakmış olmasına karşın, kendisine gazilik şerefi getiren Dünya Savaşı’ndan hiç de şerefli sözlerle söz etmezdi. Kurtuluş Savaşı’nı ise yere göğe sığdıramazdı...
Çocukluğumda, savaşta yaşadıkları gerçekler dolayısıyla dedemi sanki masallardan çıkıp gelmiş biri gibi düşündüğümü hatırlıyorum. Anlattıkları öylesine inanılmazdı benim için. Oysa onun içinse sadece yaşadığı gerçeklikler, kendi yaşamının birer unutulmaz anısı ve ayrıntılarıydı tüm bunlar.
Osmanlı Devleti’ni 1. Dünya Savaşı’na sokan Enver ve Talat paşalara çok kızıyordu dedem.
Onur kazanmak için gönüllü olarak kendisi de açılan seferberlikle bu savaşa katılmıştı. Ama savaşın içinde, bu savaşa katılmanın yalnızca kendileri için bir intihar anlamına geldiğini görmüştü. Sonrasında ise, koca bir cihan imparatorluğunun yok oluşu gelmişti zaten.
Dedem Emin Efe, o yıllarda Osmanlı topraklarında korkunç bir yoksulluk, yokluk ve kıtlık yaşandığını anlatırdı. Bütün bunlarda da uzun yıllar boyunca yapılan savaşların etkisi çoktu. Halk alabildiğine yoksulken, ödenmesi istenen vergiler ise bu koşullarda adeta bir zulüm anlamına gelecek kadar ağırdı. Öte yandan ordunun durumu da perişan bir haldeydi. İşte bu koşullardayken, Talat ve Enver paşaların kararıyla 1. Dünya Savaşı’na katılmıştı Osmanlı Devleti.
Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı ordusunu anlatırken şöyle derdi:
“Bir çoğumuzun ayağında giyecek uygun bir şey bile yoktu. Ayağımızda çizme vs. yokken savaştığımız çok oldu. Doğru dürüst kıyafetimiz bile yoktu. Üstümüz başımız kir ve pasak içindeydi. Zaten bizi bu halde görenler Türk askeri olduğumuzu hemen anlıyordu. Traş bile olamıyorduk. Hepimizin yüzünde bir karış sakal, saç-sakal birbirine karışmış bir haldeydik...”
Osmanlı ordusunun sefaleti, dedemin anlattıklarına göre, sadece kılık kıyafet açısından değil, silah ve mühimmat yönünden de aynı dramatik tabloyu yansıtıyordu. Şu anlattıklarını hiç unutamam:
“Bizim alayda bir tek topumuz vardı. 24 saat içinde sadece bir defa top atışı yapılıyordu. Emir böyleydi. Çünkü cephanemiz çok kısıtlıydı... Bir de bizim iki tane uçağımız vardı. Birinin kanadı ise kırıktı. Askerler arasında ona “kırık kanat” derdik. Sağlam olan uçağımızın bir gün düşürüldüğünü duymuştum. “Kırık kanat” ise tek uçak olarak kalmıştı. Ama işte o “kırık kanat” düşmana kan kusturdu...”
Yiyecek yönünden de acınacak bir durumdaydı Osmanlı ordusu. Bazen cephede günde tek öğünle yetinmek zorunda kaldıklarını söylerdi dedem. Askerler arasında ev ev dolaşıp halktan yiyecek toplayanlar da olurmuş. Sonra bütün toplananlar askere pay edilecek şekilde alay karargâhında biriktirilirmiş.
"Bir gün yiyecek toplamak için görevlendirilenler arasında ben de vardım. Kapısını çaldığımız bir köylü, boynunu büktü ve evinde çocuklarına bile yiyecek bir şeyler olmadığını söyledi. İçeri gitti ve biraz sonra elinde bir fincanla geri döndü. Getirdiği bir fincan arpaydı sadece. Köylü, hayvanlarının rızkından alıp da getirdiğini söyledi bize. O an gözlerimden yaş boşandığını hatırlıyorum...”
Askerin cephedeki yiyecek durumunu böyle anlatırdı dedem.
Ama anılarında çok önemli yer tutan Ali İhsan Paşa’dan söz ederken, “Asker bir tek o alaya geldiği zaman yemek yüzü görürdü. Ali İhsan Paşa ne zaman alaya gelse karnımıza doğru dürüst bir şeyler gelirdi. Eğer önümüze yiyecek doğru dürüst bir şeyler çıkarsa, hemen anlardık ki, o gün alaya Ali İhsan Paşa gelmiş...”
Ali İhsan Paşa’ya bu yüzden askerler arasında çok değer verildiğini anlatırdı. Dedemin gözünde gerçek bir kahramandı Ali İhsan Paşa. İngilizlere esir düştüğünü anlatırken, söze hep “Ben Ali İhsan Paşa ile beraber esir düştüm” diye başlardı.
Çanakkale’de de savaşmıştı dedem. Çanakkale gazisiydi.
Türk tarihinde bugün bir destan olarak anlatılan o ünlü Çanakkale Savaşı'nda yaralanmıştı.