Çanakkale’de de savaşmıştı dedem. Çanakkale gazisiydi. Türk tarihinde bugün bir destanolarak anlatılan o ünlü Çanakkale Savaşı'nda yaralanmıştı.
Bu olayı ise şöyle anlatırdı:
“Bir gün siperde yanı başımda bir patlama duydum. Ama patlamayla aynı anda etrafımın birdenbire bembeyaz bir ışığa kestiğini gördüm. Işıktan gözlerimin kamaştığını sandım. Gözlerimi kapatmak istiyordum. Sonradan ise her şey kapkaranlık oldu. Kör olduğumu sandım...”
Bulunduğu sipere İngiliz topçusunun açtığı bir ateş sonucu düşen şarapnelin hemen yanı başında patlamasıyla yaralanmıştı dedem. Aynı siperdeki arkadaşlarından bazıları burada hayatını kaybederken, Emin Efe ise onlardan şanslı çıkıyordu. Patlayan şarapnel parçalarından biri alnına, biri de eline isabet etmişti.
“Gözlerimi açtığımda ise hala aynı yerde ve aynı anda olduğumu sanıyordum. Ama kendimi bir hastane odasında ve yatakta buldum...” diye devam ediyordu. “Ne kadar zamandır burada olduğumu, aradan kaç gün geçtiğini bilmiyordum. Birkaç gün sonra ise etrafımı fark etmeye başladım. Gelip gidenler arasında hiç Türk subayı göremiyordum. Hep İngiliz subayları vardı. Birkaç gün sonra öğrendim ki meğer bulunduğum yer bir İngiliz hastanesiymiş. Ben sadece yaralı değil, aynı zamanda da esirmişim... Orada tanıdığım birkaç asker daha vardı. Onlardan öğrendim durumu...”
İyileştikten sonra ise, esirlik hayatı başlar Emin Efe için. İngilizler tarafından savaş sırasında esir kampı olarak kullanılan Malta Adası’na götürülür. Tam 2 yıl sürecek bir esirliktir bu. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle dedemin de esirliği sona erer. Karşılıklı esir değiş tokuşu sonucunda dedem de özgürlüğüne kavuşur. Bu değiş-tokuş hakkında da “İngilizler bir İngiliz esire karşı 10 Türk askeri veriyordu” diye anlatırdı.
Anılarında çok değer verdiği bir komutan olan Ali İhsan Paşa’nın da İngilizlerin eline esir düştüğünü, Malta’da bulunduğu esir kampındayken duymuştu. “Adadaki İngiliz askerleri adeta büyük zafer kazanmış gibi bayram yapıyorlardı. Bize sizin komutanı da getirdik diyorlar, kendi aralarında konuşurken de ’Öyle bir adam geldi ki buraya, adeta bir canavar’ diye anlatıyorlardı...”
Ali İhsan Paşa’yı dedemin gözünde tam bir kahraman yapan olay ise, onun esirlikten kaçış öyküsüydü. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun yenik sayılmasından sonra, esirler arasında tam bir umutsuzluk hakim olmaya başlamış ve bir çoğu tek umutlarının adadan kaçış olduğu konusunu düşünmeye başlamış. Bunun için de en uygun zamanın ve ortamın kollanmaya başladığını, birkaç girişimde bulunulduğunu anlatan dedem, “Oradan kaçmayı bir tek Ali İhsan Paşa başardı...” diye anlatırdı. Söylediğine göre, Ali İhsan Paşa, bir gemiyle, şarap fıçıları içine saklanarak İngilizlerin elinden kaçıp kurtulmuştu. Bu olay nedeniyle, dedemin gözünde hep büyük bir kahramandı Ali İhsan Paşa.
1921 yıllarında, dedem bu kez de Başkomutan Mustafa Kemal’in emrinde kurtuluş savaşı verenUlusal Kurtuluş Ordusu saflarındayken, bir gün cephede Ali İhsan Paşa’nın da Kuşadası’na çıkarak Ulusal Orduya katıldığını duyduğunu anlatmış ve onun bir süre sonra da Batı Cephesi’ne 1. Ordu Komutanı olarak atandığını duyunca da, “Habere çok sevinmiştim. Ali İhsan Paşa’nın emrinde savaşacağım hayaliyle büyük mutluluk duymuştum. Ama sonradan Başkomutan tarafından bu görevden alındığını duyunca da çok üzüldüm. Öyle bir adamın bu görevden alınmasına hiçbir anlam veremedim. Neden görevden alındığını da hiç öğrenemedim”demişti.
Kahramanı Ali İhsan Paşa'nın Büyük Taarruza başlandığı sırada en önemli cephe olan Batı Cephesi’ndeki 1. Ordu Komutanlığı’ndan neden alındığını, görevden alınış öyküsüyle ilgili gerçekleri hiçbir zaman öğrenememişti dedem. Bu konudaki öyküye ve gerçeklere ulaşmak ise bana kısmet oldu. Birkaç yıl öncesinde bu konuda ulaştığım kaynaklar ise, dedem hayatta olsaydı eğer, kendisini hem bir hayli şaşırtacak, hem de üzecek bazı çarpıcı gerçekleri yansıtıyor. Gördüm ki, Kurtuluş Savaşı’nın önderi ve Başkomutan Mustafa Kemal, Ali İhsan Paşa’yı bu görevden almakla Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynayacak son derece hayati bir karar da vermiş. Tıklayınız: Ali İhsan Paşa
“Emin Dayı” ya da “Emin Efe” diye seslenirdi ona herkes. Dünya savaşı gazisi olmasına karşın,“Gazi Emin” diye seslenildiğini hiç anımsamam. Kendisi de bu yönünü hiçbir zaman ön plana çıkarmamıştı. Bir zamanlar bunu bir alçakgönüllülük sanırdım. Tabii ki, dedemin anlattıklarının gerçek anlamını kavrayıncaya kadar...
Yaşadığı gerçeklikler ve yaşamındaki dramlar, onda derin bir iz bırakmış, içine kapanık bir kişilik geliştirmişti. Genellikle sessiz, sakin biri olarak tanınırdı dedem. İsmine eklenen “dayı” ya da“efe” lakapları da çevresindekilerin bir saygısını ifade ediyordu sadece, yoksa etrafına efelenip, dayılanmasından değil. Efelikle de bir ilgisi yoktu zaten. Ama yumuşak görünümüne karşın, aslında sert mizaçlı biriydi de. Yine de, ardından gelen nesle “miras” diye bıraktığı tek şey olan“Sert” soyadını ona gerçekten yakıştırmak haksızca bir değerlendirme olur...
Yörüklerin eski bir sözü vardır: “Yumuşak atın tekmesi sert olur” derler. İnsan için de geçerli olan bu deyiş, bana dedemin mizacını anımsatır. Bu kadar sessiz ve sakin bir insanın kendinden hiç umulmadık sert tepkiler göstermesi ise, yaşamındaki bazı gerçekliklerin onun üzerinde yarattığı etkilerle açıklanabilir ancak.
Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini her fırsatta tekrarlardı dedem. Bunu vurgulamak, onun için hayatında hep önemli bir ayrıntı gibiydi. Atalarının “Sancaklı Aşireti”mensubu olduğunu anlatır, “Benim atalarım gittikleri her yere Fatih’in (Fatih Sultan Mehmet)sancağıyla gider, Fatih’in sancağını taşırmış” diye de övünürdü. Tıklayınız: Sancaklı aşireti
Bu ayrıntı dışında kalan yaşamı, onun için yine gurur verici olsa da, kendi deyimiyle şanşsızlıklar ve dramlarla doluydu sadece. Annesinin yüzünü bile hatırlayamazdı. Henüz 2 yaşındayken amansız bir hastalıktan annesinin öldüğünü biliyordu sadece. Babasını ise 5–6 yaşlarındayken yine bir hastalık sonucunda kaybedince, birden bire hayatın acımasız koşulları karşısında öksüz bir çocuk olarak yapayalnız kalıvermişti. Zengin ve soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesine karşın, öksüz kalışı yaşamını hep bir yokluk ve yoksulluk içinde sürdürmek zorunda kalışının da bir nedeni gibi olmuştu sanki. Bu noktada kaderi, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra hayatını birleştirdiği tek insan olan ninemle aynıydı sanki.
Tıpkı ninem gibi dedemin de babasının tüm mal varlığı, henüz hakkını savunabilecek bir yaşta olmadığından, bazı hısımları tarafından kendisinin dışlanması şeklinde aralarında hemen paylaşılmış, kendisini bu yönden de yapayalnız hissetmişti. Çevresindekilere küsmüştü bu yüzden. Bundan sonra da yalnızlık duygusu onun yakasına sanki bir etiket gibi yapışıp kalmıştı.