Zaman, gecenin şehre inme vakti...
Karanlık derseniz, gecenin kıyafeti...
Akşam, çoktan kuşanmış kara giysisini...
Hep sevinçleri eksik bırakan bir şeyler var yaşamda.
Üstelik; “sevgi”ye dair!
Yürekler ise kararsız!
Bazen yağmurlu akşamları sever, bazen de sadece güneşi!...
Oysa güneş çoktan yitirmiş ışığını.
Ay, soluk soluğa yetişmiş akşam nöbetine...
Ve saatler; hüznün randevusunu gösteriyor akşamla...
Akşamın yorgun saatlerinde, sapsarı batarken güneş, balkonda bir bir sönerken çiçekler, “aşk”lar da yargılanır, eskilerden gelen bir şarkının nağmeleriyle:
“Sevgi anlaşmak değildir
Nedensiz de sevilir
Bazen küçük bir an için
Ömür bile verilir...”
Yalnızlık, şehrin sokaklarında voltaya çıkmış, kendi garip çoğalmalarındadır bu saatlerde...
Çocuk parkları bile bir hüzün kumsalı gibi sanki, bomboş!
El ele vermiş salıncaklar, bir metronom gibi kendi ritminde gider-gelir, gider-gelir... kulak tırmalayan bir gıcırtının eşliğinde...
Yıldızlara uzanır çocuk elleri, yıldızsız kara gecelerde.
Gündüzün hırsız saatleri geceyi hüznün kollarından çalarken, hüzün kumsalındandüşlere uzanan o tatlı ve mahmur an, uykuların en derin anıdır.
Ve mehtap, gökyüzünün o sonsuz gizeminde, gülen yüzüyle seslenir gibidir kendi dilinden:
“Aşk bir felsefedir, ruhun erdemi!”
Ve:
“Eğer anlamı varsa, bir şiir gibidir yaşamak!”
Aylardan Mayıs...
Ve hüznün randevusu var; akşamın yorgun saatleriyle...