Bir çocuk tanırdım, gecekondu mahallesinden. Çatısı kırık bir odada yatardı. Evi su basardı her yağmurda. Müthiş korkardı gökgürültüsünden. Babası yapmıştı evi, tahtadan, tenekeden ve briketten...
Babasını yitirdi bir iş kazasında. Atmıştı kendisini sokaklara, bir simitçi tablasıyla, henüz aklı başına bile gelmeden. Daha küçücük yaşta, büyüyemeden...
Görürdü annesinin çaresizliğini, çalışmaktan yorulmazdı simitçi çocuk.
Ne ellerinin üşüdüğünü hissederdi, ne yalın ayaklığını, kara gözleri her zaman öfkeli çocuk...
Bir çocuk tanırdım, okula yamalı pantolonuyla gelen. Ne çok isterdi okul çantasının olmasını.
Bir cikletten çıkan naylon attan başka, olmamıştı hiç oyuncağı.
Rengini bilirdi ama, hiç bilmezdi tadını çikolatanın...
Bayram sabahları hiç ayrılmazdı sinema kapılarından.
Ne çok severdi gazoz içmesini, kimselere aldırmadan.
Böyle başlar, böyle biterdi her bayramı. Ve anlata anlata bitiremezdi filmdeki aşıkları...
Bir çocuk tanırdım, tokluk nedir bilmezdi.
Ne ellerinin çatlaması geçti, ne de karın ağrıları büyüdükçe.
Küfretmeyi de pek severdi, hiç dizginleyemezdi öfkesini...
Çok, pek çok severdi okumasını.
Yenmek isterdi bir de yalan kaderini. Kuşların kanadında yer arardı kendine.
Ama dostlarına asla sırt çevirmeden...
Bir çocuk tanırdım, gecekondu mahallesinden.
Simit satardı küçüklüğünde.
Haksızlıklara hep diklendi delikanlılığında.
Hiç vazgeçmedi inatçılığından...
Ve ağzında bordo bir gül, yakasında bir tutam sevdalı bulut, ıssız bir sokağın karanlık bir köşe başında karşılaşıverdi bir gün ölümle!
Celladının yüzü yoktu!
Bir çocuk tanırdım, yiğit bir çocuk!
Gülümsemesi tıpkı size benzeyen...