10 yıllardır birikmiş bir öfkenin, bir sabrın taşması sonunda oluşan bir dalga... Yüzyılın dalgası diyebiliriz buna… Ya da yüzyılın dalgası olacak… Tüm sorun, bizlerin bu dalgayı iyi ve doğru algılayabilmemiz ve gerekli adımları atabilmemiz… Bu isyan veya direniş, tarihinde bugüne dek böylesi bir ayaklanma ve başkaldırı geleneği olmayan Anadolu’da yeni bir tarihi süreci de başlatacak.Taksim’de başlayıp önce yurt geneline, sonra da yurt dışına yayılan bu çevreci hareket dalgası giderek küresel düzeye de yayılabilir… Brezilya’ya kadar dayanan bir dalga bu… Dünya bunun farkında… Sorun, bizler ne kadar farkındayız ve bu dalgayı nasıl algılıyoruz…
Küresel düzeyde de yayılabilecek, yayılabilme özelliğine sahip bir dalga bu… Bunun farkında olan dünyanın efendileri elbette ki bu dalganın yayılmasını istemiyor ve Taksim’de yanan meşalenin sönmesini istiyor. Bu nedenle “Duran Adam” objesini çok yönlü tartışmakta yarar var. “Durmak da bir eylemdir” mesajı vererek bir şeyler durdurulmak da istenebilir. Dünyanın 2 kutuplu olduğu dönemi ve bu yüzden süregelen "soğuk savaş" sürecini yaşamış insanlar olarak, psikolojik savaş yöntemlerine de tanık olmuştuk. Yaşadığımız çağın adına“Küreselleşme” adını koyan, "yeni dünya düzeni"ni sermaye düzeninin tüm dünyadaki mutlak egemenliği üzerine kurmaya çalışan, bunun bir başka adımını da geri kalmış ve az gelişmiş ülkelere böylesi madencilik yasaları olarak dayatan küresel sermaye elbette ki Taksim’den yayılan bu dalganın küresel düzeye yansımasını istemez…
Şimdi Taksim Gezi Parkı ile başlayan sürece bu perspektiften bakmayı deneyelim:
Gezi Parkı, bizlerin beklentisini doğruladı. Kıvılcımı ekoloji mücadelesinin yaratacağını öngörüyorduk. Taksim Gezi Parkı’nda başlayan minik bir çevreci direniş yurt geneline yayılarak bizlerin bu öngörüsünü adeta bir “kehanet”miş gibi doğruladı. Yine ekoloji kulvarında büyük bir mücadele sürecek tabii ki. Ancak…
Küresel sermaye ve kukla iktidar dalganın durmasını istiyor
Küresel sermaye ve kuklası iktidar Taksim’de yanan bu meşalenin sönmesini istiyor tabii ki. Çünkü yeni dünya düzeni için kurduğu hayallerinden vazgeçemez küresel sermaye. Toplumsal bir harekete veya halk hareketine dönüşmeden önce sönmesi onlar için çok elzem. İktidar elbette ki kendi tavrınca, kendi yapısına uygun davranarak, şiddet ve zorbalık uygulayarak bu meşaleyi söndürmeye çalışıyor. İktidarın bir diğer yöntemi de provokasyonlar ve polemikler yaratarak konuyu başka kulvarlara taşıyıp olayı bulandırmak ve mücadeleyi asıl zemininden çıkararak bu ateşin sönmesini sağlamak. Görüldüğü gibi, AKP iktidarı hepsini birden yapıyor.
Tayyip Erdoğan iktidarını kaybetmek istemiyor ve faşist bir iktidarın yapacağı şeyi yapıp, şiddet uygulayarak isyanı bastırmaya çalışıyor. Bu şiddetin bir başka nedeni de, iktidarı kaybetme korkusu. Böyle bir korku yaşamamaları, bu dalgayı algılayamamaları düşünülemez. Dalganın farkındalar, çünkü tüm olup bitenler tarihinde bu tür isyan ve başkaldırı geleneği hiç olmayan bir ülkede yaşanıyor. Hem de öndersiz ve örgütsüz şekilde. Dolayısıyla spontane patlama diye de adlandırabileceğimiz bu ateş hiç sönmeden 5–6 ay daha devam ederse, iktidar fazla dayanamaz gibi bir kanı da oluşmuş durumda. Çünkü sonrasında zaten seçim süreci var.
Ama Taksim yalnız başına daha ne kadar direnebilir? Bunun için de "hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır" sözünde olduğu gibi, artık olayın Taksim boyutunun aşılması gerekiyor. Yoksa Taksim TÜRKİYE'nin "T"si olarak kalabilir bu durumda.
Erdoğan iktidarını koruma derdinde
Taksim'deki ateşin sönmesi veya dalganın durdurulması için iktidar ve küresel sermaye kendi tavrınca farklı davranıyor ve bu da doğal. İktidar baskı ve şiddet kullanarak durdurmak isterken, küresel sermaye ise daha farklı yollar deneyecektir. AKP İktidarının başka şansı yok. Gerici-faşist yapısına uygun davranarak direnişi şiddet ve baskıyla bastırmaya çalışacak elbette, bu arada bol miktarda polemiklerle konuyu asıl mecradan kaydırmaya ve provokasyonlarla da parçalayıp bölmeye çalışacak.
Ancak öte yandan Tayyip Erdoğan karizmasını epeyce çizdirdi. Halk halk olduğunu keşfedince diktatörlük hevesindeki Erdoğan’ı maskaraya bile çevirdi. Gezi Parkı direnişi ile başlayıp yurt geneline yayılan tepkiler ve iktidarın tutumu, bir anlamda Erdoğan’ın maskesini de düşürüp gerici-faşist yüzünü açığa da çıkardı, AKP iktidarı da kitlelerin gözünde giderek tartışılır bir iktidar haline geldi. Dünya kamuoyu da iktidarı ve Erdoğan’ı eleştiriyor. Ancak Tayyip ErdoğanAP’nin bile kararını tanımadığını söylediğine göre, dövüşe dövüşe gitmeyi tercih ediyor.
Küresel sermaye 'B planı' derdinde
Burada AKP iktidarını kendi kuklası olarak kullanan küresel sermaye ise elbette ki farklı davranmak zorunda. Kuklası iktidar halka zulmeder ve şiddet yoluyla ayaklanmaları bastırırken,ABD’nin “aferin, çok güzel, ellerine sağlık” demesini bekleyemeyiz. ABD hiçbir zaman halkı karşısına almak istemez. Halktan ve demokratik yöntemlerden yana imiş gibi görünmek daha doğru seçenek. Bu durumda ABD’nin (ya da küresel sermayenin) yapacağı şey, hemen bir B planı hazırlamak olur. ABD artık Erdoğan’dan daha fazla faydalanamayacağının farkında. Karizması bu kadar çizilmiş birini kullanmak istemez. Bu durumda B planını hazırlamış durumda. Ancak Tayyip Erdoğan direnip, dövüşe dövüşe gideceğini gösteriyor ve şiddet uygulayıp sertlik yanlısı bir iktidar olmaya devam ediyor.
ABD’nin B planı da hazır görülüyor. Bu konuda da özellikle bizlerin uyanık ve farkında olmamız gerekli. Örneğin güdümlü basında yer alan anket haberlerinde “Erdoğan’ın halkın gözünden düştüğü, Abdullah Gül’ün ise yıldızının giderek parladığı” yorumlarını düşünürsek, bu durumda B planı "ılımlı" ve "yumuşak" görüntü veren Abdullah Gül-Fettullah Gülen ikilisinin bir kombinazasyonunu oluşturacak bir modeli sahneye sokmak olacaktır. Fettullah Gülen'in "Halkına zorbalık yapma, diktatörlük etme" gibi mesajlar vermesini ve bir süredir zaten var olan AKP – Cemaat çekişmesini de hesaba katarsak, bu olasılık netleşiyor.
Ekoloji mücadelesi ve küresel etkiler
Öyle görülüyor ki; emperyalist-kapitalist sisteme karşı hayati bir gereklilik olarak şekillenip gelişen ekoloji mücadelesi yüzyıla damgasını vuracak bir mücadele olarak da gelişecek. Çünkü "küreselleşme" politikasının günümüzde dayattığı "vahşi kapitalizm", insanın ve halkın sömürüsünün artık sermayeye yetmediği, sıranın doğanın da sömürüsüne geldiğini gösteren bir manzara yaratmış durumda. Bu dayatmanın Türkiye'de şekillendirdiği bugünkü iktidar da kendisini doğanın sahibi zannedecek kadar başı dönmüş, doğayı kendi çıkarı için özelleştiren ve "çevre" dediğimiz insanların ortak yaşam alanlarına vahşice bir saldırganlıkla elini uzatacak kadar da gözü dönmüş bir sermaye düzenini temsil ediyor.
Çaldağı sorunu
Konuyu Çaldağı örneği ile somutlayacak olursak: Hepimizin bildiği gibi Türkiye bir model ülke. Özellikle BOP için başbakanına "eşgüdüm başkanlığı" görevi de verilen bir iktidarın yönetiminde, "Ilımlı İslam Cumhuriyeti" diye adlandıırılıp "model" diye de gösterilmek istendi. Ama BOP projesi sadece bazı ülkelerin işgal edilmesini içeren bir proje değil elbette. İşgal edilmesine gerek duyulmayan, işbaşındaki kukla iktidarlar aracılığıyla zaten her istediklerini yapabildikleri Türkiye gibi bir ülkede başka konularda da model ülke yapma söz konusu.
Örneğin, yer altı zenginliklerinin elde edilmesi küresel sermayenin BOP projesi kapsamında en büyük hayallerinden biri. Özellikle günümüzde bor ve nikeli çok önemsiyor küresel sermaye. Bu nedenle dünyanın en büyük bor rezervine sahip olan Türkiye, nikel madenciliğinde de bir model durumunda. Çaldağı’nda uygulanmak istenen madencilik yönteminin “dünyada ilk kez” uygulanmak istendiği ve Çaldağı’nın European Nickel şirketi tarafından “projenin amiral gemisi” olarak adlandırıldığını hatırlarsak. Bu madencilik yönteminin uygulanması durumunda yaşanacak çevre felaketinin boyutunun ne denli korkunç olacağını bir kez daha belirtmeye gerek var mı?
Özetle; bu madencilik yöntemini Türkiye’de uygulamayı başarırlarsa, bu durumda “Biz bu madencilik yöntemini dünyanın en değerli 7 tarım harikasından biri olan Gediz vadisinin göbeğinde uyguluyoruz” diyerek Türkiye’yi referans olarak gösterip, böylece aynı yöntemi dünyanın diğer az gelişmiş ve geri kalmış ülkelerinde de rahatlıkla uygulamaya sokacaklar. Bu bakımdan "Çaldağı direnişi" olarak vahşi madenciliğe karşı verdiğimiz mücadeleyi “tüm dünya insanlığı adına verilen bir mücadele” olarak tanımlamamız hiç de yanlış değil. Tarih bizlerin omuzlarına böyle bir sorumluluk ve görev yüklemiş durumda. Ve bu görevden de, sorumluluktan da kaçma gibi bir seçeneğimiz de yok. Zamanın çağrısından kaçamayız..