Bir gerçeği vurgulamak gerekirse, ülkemizde çevrecilik açısından toplum ve devlet olarak sınıfta kalmış bir haldeyiz. Çevresel sorunlarımıza karşılık, çevreye karşı duyarsız bir toplum olduğumuz görülüyor. Gediz Nehri'nin dramı Türkiye'de tek değil aslında. Türkiye'de kirlenmeyen, ya da daha doğru deyişle, kirletilmeyen bir tek akarsu yok! Bunun temelindeki nedenler de hep aynı: cahil ve duyarsız insan faktörü ile çarpık sanayileşme, en büyük çevre katliamcısı olarak duruyor karşımızda...
Ama siyasi iktidarların ve yerel yönetimlerin toplumun değil sermayenin çıkarını kollayan tutum içinde olmaları, çarpık sanayileşme anlayışının ülkemizde bu kadar etkin hale gelmesinin bir nedenidir. Yasalar olduğu halde mevcut yasaların sermayenin çıkarı doğrultusunda göz ardı edilmesi, hatta doğanın talan edilmesinin önünü açacak yasalar çıkarılması, hiçbir arıtma tesisi kurmayan sanayi kuruluşlarına çalışma ruhsatı verilmesi vb. örnekler yaşanılan çevre dramlarının ardındaki nedenler arasındadır.
Aslında tüm sorun, zaten var olan yasaların doğamızı ve verimli tarım alanlarını kamu yararına korumak adına uygulanmaması. Gerekli önlemler için pek de yeni yasalar çıkarılmasına bile gerek yok. Çünkü çevre ve tarım alanlarının korunmasına yönelik çok sayıda hukuki düzenleme zaten bulunuyor. Konu, bu yasaların uygulanmaması veya birilerine bir şeylerin peşkeş çekilmesi adına var olan yasaların görmezlikten gelinmesi.
Bu yasalar da şöyle: 2872 Sayılı Çevre Kanunu, 3202 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun, 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesine İlişkin Tarım Reformu Kanunu, 1580 sayılı Belediyeler Kanunu, 3194 sayılı İmar Kanunu ve 2965 sayılı Toplu Konut Kanunu.
Tüm bu yasaların uygulanması bile tarım topraklarının tarım amaçlı kullanılması ve korunmasına yönelik hükümler içerdiğinden yeterli çözümler getirebilir, ama tüm bu hükümlerin bir arada kullanılmaması nedeniyle tarım topraklarının tarım dışı alanlarda kullanılması sağlanmış oluyor. Sonuç olarak; siyasi iktidarların izlediği sadece sermaye yanlısı politikalarla güçlendirilen ülkemizdeki çarpık sanayileşme, en büyük çevre katliamcısı olarak huzurlarımızda bulunuyor.
Şimdi de vahşi madencilik!
Bir yandan çarpık sanayileşme, bir yandan toprak talanları derken, biz daha hiçbir etkili adım atmadan “Gediz’i kurtaralım mı, kurtarmayalım mı?” diye hâlâ düşünürken, şimdi hepsinden de daha büyük bir bela gelip çattı. Ülkemizde çarpık sanayileşmeye doğayı böylesine tahrip edercesine prim veren aynı anlayış, dünyanın en bereketli topraklarını şimdi de “vahşi madencilik” tehdidi altına soktu. Bilim insanlarının ortaya koyduğu tüm raporlara göre; Çaldağı’nda uygulanmak istenen madencilik yöntemi bütün Gediz Havzası’nı yok edecek kadar büyük bir tehlike potansiyeli taşıyor çünkü.
Çaldağı’ndaki madencilik projesi için “Gediz Havzası’nın idam fermanı” diyebiliriz. Yani; çarpık sanayileşme ile vahşi madencilik buluşunca, Gediz can çekişirken Çaldağı da ağlıyor.Çaldağı ağlıyor, çünkü böylesi bir cinayette kullanılacak kimyasal silahların cephaneliği haline getirilmek istendiği için. Çaldağı ağlıyor, çünkü dünyanın en bereketli havzasının 18 milyon ton sülfürik asitten geçirilerek katledilmesi gibi bir cinayetin “pilot bölgesi” seçildiği için. Çaldağı ağlıyor, dünyada hiçbir ülkede uygulanmasına izin verilmeyen bir madencilik yönteminin ilk kez kendi üzerinde uygulanmak istendiği için… Öyleyse yazımız Çaldağı’ndaki vahşi madenciliğin can çekişen Gediz Vadisi için neden bir idam fermanı anlamına geldiğini anlatsın bundan böyle…
Sonraki yazı: Madencilik mi, ölüm fermanı mı?