ÇEVRECİLER MANİSA GENELİNDE GÜÇLERİNİ BİRLEŞTİRİYOR
Salihli’deki çevre gönüllülerinin daveti üzerine 06 Ağustos 2014 Çarşamba günü Salihli'de yapılan ve Alaşehir, Gördes, Salihli ve Turgutlu'dan çevreci mücadele veren kuruluş temsilcileri ve çevre gönüllülerinin katılımıyla gerçekleşen toplantıda Manisa Çevre Gönüllüleri adı altında bir oluşum gerçekleştirildi. Bu oluşumu; artık had safhaya gelen, doğal yaşamı olduğu kadar insan yaşamını da doğrudan çok ciddi şekilde tehdit eden çevresel sorunlara karşı, çevreci duyarlılığın yarattığı bir girişim veya sivil inisiyatif olarak da tanımlamak mümkün. Oluşumun amacı; ilk etapta Manisa'nın diğer ilçelerindeki çevre gönüllülerini de aynı çatı altında bir araya getirerek, zamanla bu çatının "Manisa Çevre Platformu" adı altında bir üst yapılanmaya dönüştürülmesi. Hedefi ise; özelde dünyanın en bereketli toprakları olan Manisa Ovası'nın, genelde ise dünyanın 7 tarım harikasından biri olan Gediz Havzası'nın karşı karşıya bulunduğu çevresel tehdide karşı korunması amacıyla geniş çaplı bir ekoloji mücadelesinin örülmesi.
Yaşadığımız yüzyıla dünya genelinde damgasını vuracak en önemli gelişmenin "ekoloji mücadelesi" olacağını düşünüyoruz. Çünkü; sermaye düzeninin artık günümüzde yaşam alanlarına yönelik gözü dönmüş saldırısına karşı ekolojik mücadele de hayati bir gereklilik olarak şekillenip gelişiyor. Manisa Çevre Gönüllüleri oluşumu da işte böylesi bir hayati gerekliliğin yarattığı bir gelişmedir.
Türkiye’de çevre mücadelesi artık üç-beş ağaç meselesi ya da çevre kirliliğine karşı mücadele olmaktan çıkmış, doğanın katledilmesine karşı ekolojik yaşamın korunması ve insanca yaşam hakkı için verilen mücadeleyle bütünleşmiş halde. Çünkü doğadaki ekolojik yaşam da günümüzde bir rant kapısı haline getirildi. İşte bu gerçek, başlı başına bir tehdit anlamına geliyor. İnsanlarımız bugün hem ülkenin hem de doğanın talanına karşı durarak, hem insan haklarına hem de yaşam alanlarına sahip çıkarak ülkenin dört bir tarafında direniyor!
HEM GÖZÜ DÖNMÜŞ SERMAYEYE HEM CEHALETE KARŞI MÜCADELE
Bütün bu tehditleri yaşamak zorunda kalışımızın nedenleri arasında en temelde sıralanabilecek iki neden var: En temelde yatan nedenin “cehalet” olduğunu da söylemek mümkün. Bütün yanlışların ve kötülüklerin kaynağı cehalettir. Ne yazık ki bugün bu ülkede cehalet tek başına iktidar olmuş bir halde. Toplumda da bu yüzden korkunç bir akıl tutulması yaşanıyor. Dolayısıyla bizler bir yandan da cehalete karşı bir mücadele veriyoruz, vermek zorundayız. Çünkü yaşatılan çevresel dramlar, “doğa” kelimesinin daha anlamını bile idrak etmekten aciz bir zihniyetin uyguladığı ekonomi ve çevre politikasının yarattığı bir manzara.
SERMAYE, DOĞAYA KARŞI NEDEN SALDIRGAN?
Günümüzde kendisini doğanın sahibi sanıp, doğaya da meta gözüyle bakacak kadar başı dönmüş olan sermaye, ortak yaşam alanlarımıza el uzatacak kadar gözü dönmüş halde. Çünkü mevcut sistem içinden bir türlü çıkamadığı kendi krizi nedeniyle artık insanın ve halkın sömürüsü ile yetinemeyince, doğanın da sömürüsüne yöneldi. Artık doğayı sermaye birikimine sokmayı hızlandırarak, doğal varlıkları metalaştırmaya başlayıp, doğaya yönelik sömürüsünü daha da arttırdı. Bu durumda doğadaki ekolojik yaşam da günümüzde bir rant kapısı haline getirildi. Bunun sonucunda da Türkiye adeta her metrekaresinde çevresel felaketlerin odağı olacak, çöle dönüşecek şekilde çevresel tehditlerle kuşatılmış durumda.
Daha somut örneklemek gerekirse, şu gerçekler çok çarpıcı: Çevre Bakanı İdris Güllüce’nin“çevre helal maldır” şeklindeki sözleri çok ürkütücüdür. Bir Çevre Bakanı “çevre”ye tüm canlıların ortak yaşam alanı olarak değil de, “mal” gözüyle bakabilir mi? Ama bizim ülkemizde iktidarın çevreye bakışı böyle. Bu sözler, aslında sermayenin günümüzde artık doğayı da bir meta gözüyle gördüğünü, doğanın tüm yaşam kaynaklarının sadece sermayenin çıkarı için kullanılmak istendiğini ve neden çevreye karşı böylesine saldırgan bir politika izlendiğini açıklamaktadır. Bu nedenle de bugün doğayı kendi hükümetine karşı korumaya çalışan dünyadaki tek toplum haline geldik.
Bu zihniyetin ülkemizde yarattığı çevresel manzaraya bir baktığımızda, çevresel felaketlerin ve çevre kirliliklerinin ardında yatan en temel nedenin cehaletle birlikte, sermayenin doğaya karşı saldırgan tutumu olduğunu görüyoruz. Örneğin bugün Gediz Nehri, bu anlayışın bir ürünü olan çarpık sanayileşmenin neden olduğu zehirli atıklarla can çekişir hale geldi. Gediz nehrinin yok olması ise dünyanın en cennet vadisinin ölmesi anlamına gelir. Çünkü Gediz vadisi, bilim dünyası ve coğrafya biliminin belirttiği gibi, dünyanın 7 tarım harikası arasında, dünyanın en bereketli toprakları olarak tanımlanır. Bu havzaya adını veren Gediz Nehri; Uşak, Kütahya, Manisa ve İzmir’i de içine alan bu cennet vadiye can veren hayat damarıdır. Bir bölgedeki hayat damarı ölürse, o bölgedeki hayat ne olur?
NEDEN MANİSA BÖLGESİ?
Manisa ovası, dünyanın 7 tarım harikasından biri olarak bilinen Gediz havzasının en değerli ovasıdır. Ülke ekonomisine tarımsal olarak en büyük geliri Manisa ovası sağlamaktadır. Bu nedenle Manisa ovası, dünyanın 7 tarım harikasından biri olan Gediz havzasının göz bebeği durumunda. Manisa ve yöresi sayesinde Türkiye dünya üzüm ihracatında daima birinci sırada gelmektedir. Ayrıca Manisa çekirdeksiz kuru üzümün dünya merkezidir. Çünkü Sultaniye çekirdeksiz üzüm dünyada sadece Manisa ve yöresinde yetişmektedir. Bu bakımdan tarımsal değeri ve toprağının bereketi açısından Manisa ovası dünyada eşi benzeri olmayan değerde ve dünyanın da gözbebeği olacak özelliğe sahiptir. Sermayenin çarpık sanayileşme anlayışı yüzünden bugün can çekişir hale getirilen Gediz nehrinin en büyük bölümü de Manisa sınırları içinde yer alıyor. Bir nehir, bulunduğu bölgeye can veren hayat damarı ise eğer, bu durumda Gediz nehrinin kurtarılması konusunda en büyük çabanın ve adımın Manisalılar tarafından atılması gerekiyor.
ÇARPIK SANAYİLEŞME İLE VAHŞİ MADENCİLİK BULUŞUNCA
Son 10 yılda ise Manisa bölgesi bir başka ve daha da ciddi tehlikenin tehdidi altına girdi. Çarpık sanayileşme ile vahşi madencilik buluşunca, adeta Manisa ovasının idam fermanı hazırlanmış gibi bir durum var ortada. Çünkü bugün Turgutlu ve Gördes ilçelerinde uygulanmak istenen nikel madenciliği dünyanın en cennet topraklarını sülfürik asitle tehdit ediyor. Sadece Turgutlu Çaldağı’ndaki nikel işletmesi tek başına 18 milyon ton sülfürik asitten geçirecek bu toprakları. Ve acı olan ise, böyle bir madencilik yöntemine dünyanın hiçbir ülkesinde izin verilmiyor. Bilim insanlarının ortaya koyduğu tüm raporlar; Turgutlu ve Gördes’teki nikel işletmelerinin sadece Manisa ovasını değil, tüm Gediz vadisini yok edecek kadar büyük bir çevresel felakete neden olacağı, bu kadar büyük tehlike potansiyeli taşıdığı yönünde çok vahim bir tabloyu gözler önüne seriyor.
VAHŞİ KAPİTALİZMİN MADENCİLİK ANLAYIŞI VAHŞİ MADENCİLİK
Öte yandan geçtiğimiz yıllarda jeotermal patlamaların yaşandığı, Sultaniye çekirdeksiz üzümün merkezi sayılan Alaşehir ilçesi jeotermal tehdit altında. Köprübaşında yıllar önce işletilmiş uranyum madeni, 50 yıl sonra bile hala çevresel tehdit olmaya devam ediyor. Bütün bu sonuçların ardında yatan ise vahşi kapitalizm. Görüldüğü gibi; vahşi kapitalizmin sanayileşme anlayışı nasıl çarpık ve doğaya karşı saldırgan ise, madencilik anlayışı da vahşi madenciliktir. Toplum olarak büyük dersler çıkarılması gereken Soma faciası da, aslında bu anlamda toplumsal bir uyarı niteliği de taşıyor. Çünkü acıları hala taze olan Soma faciası, Türkiye’de sermayenin ne kadar gözü dönmüş halde olduğunu, vahşi kapitalizmin madencilik anlayışının da vahşi madencilik olduğunu anlatan somut bir örnektir.
DOĞANIN KENDİNİ KORUMA REFLEKSİ VARDIR
Bütün bu örnekler, böyle bir oluşumun neden ilk olarak Manisa’da filizlendiğinin anlaşılması bakımından anlamlı. Bir bakıma böyle bir oluşumu doğanın kendisi yarattı bile denilebilir. Bizim verdiğimiz ekolojik mücadeleyi de bu bakımdan doğanın kendisini koruma refleksi diye tanımlamak da mümkün. Doğanın kendini koruma refleksi vardır. Doğanın yaşayan en büyük canlı olduğunu biliyorsak eğer, doğanın kendini koruma refleksi olabileceğini de anlamalıyız. Dünyanın ilk ve en büyük çevrecisi olan Ahmet Bedevi’nin dünyanın en bereketli toprağında, Manisa’da “Tarzan” olarak ortaya çıkışı nasıl bir anlam taşıyorsa, böyle bir çevreci oluşumun ilk olarak Manisa’da filiz vermesi de aynı anlamı taşımaktadır.
SATIŞLARA DA KARŞI ÇIKMAK ZORUNDAYIZ
Bir başka konuyu daha büyüteç altına yatıralım: Şimdi ise bir de Gediz deltasının satılığa çıkarıldığına ilişkin iddia söz konusu. CHP Manisa Milletvekili Özgür Özel tarafından ilgili bakanlığa bu iddianın doğru olup olmadığına ilişkin bir soru önergesi verildi. Ancak hala bir cevap verilmiş değil. Bu arada birdenbire nehirlerin 49 yıllığına satışa çıkarılacağına ilişkin haberler yer almaya başladı. En son gelişme ise, geçtiğimiz hafta bazı basın organlarında “yaylaların da satışa çıkarılacağı” şeklindeki haberler. Zeytin alanları ile ilgili durumu da buna ekleyelim. Bütün bu satışların amacının ve anlamının ne olduğunu, kimlere ve neden satıldığını sorgulamak, bu satışlara mutlaka karşı çıkmak zorundayız.
Yabancıların Türkiye’den verimli tarım toprağı almalarının kolay hale getirildiği bir ülke manzarasında, bu vahim tabloyu daha çarpıcı vurgulamak için şu örneği de vermek daha anlamlı olacaktır: Tapu Kadastro Genel Müdürlüğü Yabancı İşler Daire Başkanlığı tarafından hazırlanan 14 Temmuz 2004 tarihli 'Yabancı Gerçek Kişilerin Türkiye Geneli İstatistik Raporu’na göre, 44.740 yabancı Türkiye’den toprak satın almış. Bugüne dek 68 ülkeye toprağımızdan sattık. 81 ilden 70’inde toprak satıldı. En fazla toprak satılan bölgeler ise şöyle tanımlanıyor: Özellikle su kaynakları ve verimli tarım arazileri, ayrıca sınır bölgeleri. Bütün bunlar AB’ye uyum sağlamak adı altında bir kararname ile yapıldı. Ama hiçbir AB üyesi ülkede böyle bir uygulama yok.
2004 yılından 2014 yılına gelinceye kadar ise; HES projesi bahanesi ile önce derelere el konuldu, sonra satışa çıkarıldı. Şimdi de nehirler, deltalar ve yaylalar satışa çıkarılıyor. Herkesin aklını başına toplayıp bu satışların ne olduğu ve anlamını sorgulaması gerekir. İktidar partisi “Bugün IMF’ye bile borç para verecek duruma geldik” diyor. Ama bu manzara nedir? Koca bir ülke, borcu yüzünden evini, dükkânını, bağını satmak zorunda kalan veya icraya verilen insan haline getirildi. Şimdi cumhurbaşkanı olan Tayyip Erdoğan, Başbakanlığı döneminde “Yabancılar bizden toprak alıyorlarsa ne olmuş, alıp da yanlarında götürmüyorlar ya” diye bu satışları savunmuştu. Yanlarında götüremezler tabii, çünkü satın alınan taşınmaz cinsi gayrimenkul zaten. Ancak bu gidişle yakın zaman içinde kendi toprağımızda veya vatanımızda “kiracı” veya “yabancı” muamelesi görmeye bile başlarsak buna şaşırmamalıyız.
(Dicle Haber Ajansı ile yapılan röportaj)
22 Ağustos 2014