Turgutlu'nun o zamanlarda da çok kullanılan ünvanı olan Kasaba’da işgalin o ilk günlerindeki yumuşaklık, artık tamamen kaybolmuş, yerini baskı, zulüm ve işkence almıştı. 29 Mayıs 1919’da işgalle tanışan Kasaba halkı, özellikle Haziran ayının ilk haftası içinde, işgalin gerçek ve insanlık dışı yüzüyle de tanıştı.
Zulümün ilk aşaması, Ahmetli’nin işgali sırasında, Alaşehir’den gelen Türk direniş gücü ile ilk kez 12 Haziran 1919’da, Dereköy’de bir çatışmaya girmek zorunda kalan Yunan işgal kuvvetlerinin, bu çatışmanın verdiği şaşkınlık ve öfke ile, hemen işgalleri altında bulundurdukları yerlerde yoğun bir baskı uygulamaya başlamasıyla gelir. Bunun ilk adımı da, silah arama işine girişilmesiyle gelişir.
Ancak, bundan kısa bir süre önce, büyük olasılıkla Dereköy çatışmasının etkisiyle İzmir’ den Turgutlu’ya gelen Yunan işgal kuvvetleri genel komutanı Zafiriu, Kasaba’nın ileri gelenlerini huzuruna getirterek, onlara yönelik bir konuşma yapar. Bu konuşma, Yunan işgal ordusunun, bundan sonraki davranışını ve işgal altında bulunan halka nasıl bir gözle bakıldığını da açıklayan bir konuşmadır bu. Zafiriu’nun konuşmasında yer alan sözcükler, bundan sonra olup bitecek her şeyin anlamını önceden haber veren niteliktedir. Zafiriu, huzuruna getirttiği Turgutlu ileri gelenlerine, “Müslümanların hepsini düşman tanıyorum. Bu sebeple, bundan sonra işgal değil, savaş komutanıyım” diyordu. (Kamil Su-Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Sf: 45) Ve bu sözler de, olacak herşeyi yeterince açıklıyordu elbette.
Oysa, 29 Mayıs 1919’da Turgutlu işgal edilirken, bu işgal, Mondros Anlaşması hükümleri doğrultusunda ve son olarak da Paris Barış Anlaşması görüşmeleri çerçevesinde, sözde bu bölgede İtilaf devletleri adına güvenlik ve esenliğin sağlanması amacıyla yapılıyordu. Ve Mondros Anlaşması hükümlerine göre, güya Osmanlı Devleti’nin egemenlik hakkı da geçerli kalacaktı. Ama, önce Turgutlu’daki işgal kuvvetlerinin komutanlığını yapan, sonradan Kaymakamlık görevini de üstlenen Gregoryus, Turgutlu Belediye Binası’nda halka hitaben yaptığı bir konuşmasında, “buraların artık resmen Yunanistan toprakları olduğu”nu ilan etmekte hiçbir sakınca görmemiştir. (Kamil Su-Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Sf: 44)
Ve işte bu “megalo-idea” düşüncesi, Turgutlu’da da, kanlı ve saldırgan yüzünü gösterirken, bir zamanlar “aşıklar ve bahtiyarlıklar yurdu” diye adlandırılan ve “aşk”ın tohumlarının ekildiği “vadedilmiş topraklar”da, artık “azap tohumları” ekilmeye başlanmıştır. İşgalden sonra, özellikle Türk halka karşı hemen ilan edilen sıkıyönetim, sokağa çıkma yasağı, her gün daha da ileri boyutlarda yeni bazı uygulamalarla baskının ve zulümün kalıplarına da girmeye başlıyordu.
“Yunan işgal kuvvetleri ilçede silah arama işine giriştiler. ‘Oristo’ (efendim) yerine ‘Hesto’ (defol) sözcüğü geldi. Halka ön ayak olabilecek kişiler tutuklanmaya, bilinmeyen yerlere sürülmeye başlandı... Türlü bahaneler uydurularak, zengin gördüklerini tutukladılar ve o zamanın para değerine göre, rayiç bedeli çok yüksek olan beşer onar bin liralık rüşvetleri alarak bıraktılar. Birkaç zaman sonra aynı kişileri yine tutuklayıp, paralarını alarak bıraktılar. Ve bu saldırılar tekrarlarla sürüp gitti... Günler, haftalar ve aylar geçtikçe olayların seyri ve şekli daha da değişiyordu. Bu kez, çapulcu ve serseri takımının oluşturduğu, işsiz güçsüz bazı Rum ve Ermeni çetecilerinin halka yönelik soygun amaçlı soygunları da başlamıştı. “Yerli Rum ve Ermenilerden oluşturulan silahlı çetelerle önce bir iki çiftlik, bağ damı soyuldu. Daha sonra da köylere, hatta yoldan geçenlere bile saldırıldı ve nihayet sıra şehirlere geldi.” (Op. Dr. M. N. Dinçsoy - Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatatürk, Sf: 261)
O günlerde ilçenin sokakları geceleyin pek aydınlatılmazdı. İşgal kuvvetleri Müslüman ve Türk evlerinin sokak kapılarına asılacak fenerlerle sokakların aydınlatılmasını ve bu kapıların da açık bırakılması, sonra da kilitlenmeden kapalı tutulasını istendi. Herkese tek fener tipi önerdiler. Bu işi yapan da sadece Ermeni, Yahudi ve Rum asıllı kişiler olduğundan fener satışından bir hayli para da kazanacaklardı. Sonunda bu fenerlerin fiyatı hemen 3-4 misli arttı. Yiyecek yemeği bile bulunmayan pek çok kişi evine fener asmıyor diye dayak yiyor, geceleyin fener asmadığı ileri sürülen evlere baskınlar düzenlendi ve sahiplerine gelişi güzel dayak atılıyordu.
Gündüzleri tarlasına gitmek isteyenlere, Yunan makamlarından tezkere almaları zorunluluğu da getirilmişti. Bu teskerelerin alınabilmesi de o kadar kolay değildi. Bedeli, çeşitli maddi ve manevi bazı yükümlülükleri içeriyordu. Bazen de, günlerce sürecek evden çıkma yasağı konuyor, Türk halkın sokağa çıkması yasaklanıyordu. O yıllarda halkın su ihtiyacını karşılayabilmek amacıyla, her mahallede ancak bir iki çeşme bulunuyordu ve halk da bu çeşmelerden ihtiyacını gideriyordu. Sokağa çıkma yasağı uygulandığı günlerde, halktan kendileri ve hiç olmazsa hayvanlarının su ihtiyacını gidermek için bu çeşmelere gidenler, devriye Yunan askerlerince ağır şekilde dövülüyor, türlü hakaret ve işkencelere de uğruyorlardı...
Bu arada bir de hayvan arama ve damgalama uygulaması başlatıldı. Hayvancılıkla uğraştığı bilinen veya çiftlik sahibi kimselerin evlerine gece yarıları baskınlar düzenlenmeye de başlamıştı. İşgalciler, her baskında işlerine yarayacak olan hayvanları hiçbir bedel ödemeden alıp gidiyor, gasp ediyorlardı. Gündüzleri de ilçenin belli yerlerine “hayvan damgalama” komisyonları kurulmuştu. Hayvanların sağ kalçalarına, çeşitli anlamlara gelen Yunanca harflerden oluşan damgalar vuruluyor, hayvanlarını damgalatmayan hayvan sahipleri ise dövülüyordu. Damgalandıktan sonra ölen hayvanların ölümlerinin kanıtlanması ise ayrı bir işkence ve zulüm konusuydu...(Cinni Hoca (İbn-i Cinni İsmail Hakkı Dinçsoy) Tarihsel Arşivi)
Bütün bunların yanı sıra, bazı dini yasaklar ve kısıtlamalar da gündeme gelmeye başlamıştı. Ramazan aylarında, sela ve ezan okunması ve namaz kılınmasının günlerce yasaklandığı da olmuştu. Namaz kılmak isteyen cemaat ve ezan okuyan müezzinlere yönelik hakarete varan alaycı sataşmalara rastlanılıyordu... Bu arada mezarlıklar da bu zulüm ve saldırılardan nasibini alıyor, bazı mezarların taşları kırılıp parçalanıyor, mezarlıklar birer mera ve otlak haline dönüştürülmeye çalışılıyordu...
Gerek silah aranması sırasında ve gerekse sonrasında, korkunç cinayetlerin işlendiği de kaydedilmiştir. Yapılan işkenceler arasında ise; bazı erkeklerin ayaklarından ağaca asıldıkları, sakalları ve bıyıklarının yakıldığı, tırnaklarına geçirilen çıra parçalarının tutuşturularak korkunç işkenceler yapıldığı da belirtilirken, bazılarının da dövülerek ya da duvarlara çarpa çarpa öldürüldükleri ifade edilir. Bazı örnekler arasında; bayılıncaya kadar dövülen Muhacir Hüseyin (Bu kişi daha sonra korkusundan İzmir’e göçer), ayağından ağaca asılarak bayılıncaya kadar dövülen, ayrıca burnuna doldurulan samanların tutuşturulup yakılmasıyla korkunç işkence de gören Ziştovlu Recep Ağazade Ömer Efendi, yine kıyasıya dövülenler arasında Hacı Davut’un eşi Saide Hanım ve kızı Hatice, Kebapçı Hasan’ın eşi Fatma Hanım da yer alıyor.
İlçede işgal öncesi dönemdeki çalışmaları dolayısıyla, direniş yanlısı tutumlarıyla tanınmış bazı kimselere yönelik olarak yapılan baskı, zulüm ve işkenceler ile bazı tutuklamalar da belgelerde tüm ayrıntılarıyla yer almıştır. Örneğin; işgal öncesi dönemde, İzmir’deki “Müdafaa-i Hukuki Osmaniye Cemiyeti”nin örgütlenmesini yaparak Kasaba’da bu cemiyetin şubesini kuran Müftü Hasan Basri Efendi, Yunan işgalcilerin saldırısına uğrayarak, korkunç bir şekilde dövülüyordu. Hasan Basri Efendi’yi koruyabilmek amacıyla, kendisinin sadece bir din adamı olduğunu söyleyenlere de verilen yanıt; “Biliyoruz, biliyoruz! Biz de zaten onun için dövüyoruz!” şeklindeydi. (Kamil Su-Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Sf: 45, 46) (Müftü Hasan Basri Efendi, daha sonra Atina’ya sürgüne de gönderilmiştir.)
Dönemin Kasaba savcısı olan İbrahim Ethem Efendi ve onun gibi bir çok makam sahibi kişi, ortada hiçbir neden yokken tutuklanıyor ve sağlık koşullarından son derece yoksun bir yer olarak belirtilen Kasaba cephaneliğine kapatılıyorlardı. İki gün boyunca burada aç ve susuz olarak tutulduktan sonra da, kolları bağlı ve yaya olarak İzmir’e götürülürken de, yolda Parsa ve Kemalpaşa’da (o zamanki adıyla Nif) Rumların saldırısı ve hakaretlerine de maruz kaldıkları belirtilir. İzmir’de de 37 gün boyunca, hiç kimseyle görüştürülmeden Yunan jandarması gözetiminde bulundurulan İbrahim Ethem Efendi ve beraberindeki diğer esirler, burada aşağılayıcı şekilde bazı işlerde (tuvalet temizletme vs.) çalıştırılırlar. (Bu kişiler, aylar sonra, İzmir’e Uluslararası Soruşturma Heyeti’nin geleceği haberinin duyulması üzerine salıverilir.) (Kamil Su-Manisa ve Yöresinde İşgal Acıları, Sf: 45, 46)
Bu şekilde hiç nedensiz tutuklanıp da Kasaba’da hapsedilen veya türlü işkencelere uğrayanların sayısı ve isimlerinin tek tek saptanabilmesi ise olanaksız. Kasaba’nın o karanlık işgal günlerinde Yunan işgal kuvvetlerinde devriye görevi yapan askerler arasında, gündüz yaptıkları devriye yürüyüşleri sırasında genç ve güzel kadınlara, kızlara sözlü sataşmalara, laf atmalara kadar işi götürenlere de rastlanılmaya, hatta kadın ve kızlara tecavüzler de başlamıştı. Genç kız ve kadınlara yapılan tecavüzler ise, zulümün bir başka boyutudur. Bu tecavüzlerin bir çoğu, sonradan tecavüze uğrayan o mazlum ve mağdurun öldürülmesiyle de sonuçlanır. Hatta bazı genç erkeklere bile tecavüz edildiği belirtilir. (Cinni Hoca (İbn-i Cinni İsmail Hakkı Dinçsoy) Tarihsel Arşivi)
Yalnız Kasaba’da değil, işgalleri altında bulundurdukları tüm bölgelerde baskılarını ve benzer türdeki zulümlerini sürdüren Yunan işgalcilerin bu tutumları işgal süresinde, özellikle işgalin üzerinden bir yıl geçtikten sonra bile çeşitlilik kazanarak da devam ediyordu. Zaman zaman baskı ve zulmün hızı kesilse ve kesintilere uğrasa da, azgınlığından bir şey kaybetmiyordu.Bir ara bu baskı ve zulümlerin hızının kesildiği ve kesintiye uğradığı da söylenir. Ama bunun da nedeni; Manisa ve Turgutlu’nun işgalinin İzmir’in işgalinde olduğu gibi İtilaf devletlerinin iznini almadan, Yunanlıların tamamen bir el çabukluğu sonucu gerçekleşmiş olmasıdır. (Bunda elbette ki özellikle Manisa Mutasarrıfı Hüsnü Bey’in tutumu ve söz konusu yerlerdeki “teslimiyetçi” anlayışın da büyük rolü vardır.) Bu gerçek, kendilerinin izni olmaksızın gerçekleştirilen bu işgaller karşısında İtilaf devletlerinin bazılarını rahatsız ediyor, yapılan zulümlerin duyulmasının ardından ise Yunan işgaline karşı açıktan açığa bir takım eleştiriler gelmeye başlıyordu.
Yunan işgalcilerinin işgal bölgelerindeki keyfi uygulamaları ve zulümleri, bir süre sonra Venizelos’u da en büyük destekçisi İngilizlere karşı zor durumda bırakmıştı. Bu işgal şekli ve uygulanan zulümler doğrultusunda İtilaf devletlerinin baskısı ve sert eleştirileriyle karşılaşan Venizelos’un istifaya kadar sürüklendiği ileri sürülür. Bu zulümlerin yarattığı çeşitli tepkiler de ilginçtir: Örneğin; 6 Temmuz 1919’da, Venizelos, Paris’ten Parakevopulos’a şöyle bir telgraf gönderir: “Derhal İzmir’e hareket edin. Ordumuzun disiplinsizliği ve taşkınlıkları, bunca emekle kazanılmış yapıyı bozabilir!”
Öte yandan, Atina’da yayınlanan “Hestia” gazetesinde, bu konuda bir haber ve yorum yer alıyordu: Yunan ordularının küçük düşürülmesini protesto ettiğini bildiren gazete, şunları yazar: ‘Bir iki suçlunun yaptığı kötülüklerden dolayı, bütün bir Yunan ordusu sorumlu tutulamaz!’ İngiltere Yüksek Komiserliği ise; o günlerde hala “tarafsız tanıklara muhtacız” düşüncesi içindeydi. (Op. Dr. M. N. Dinçsoy-Yöremizin Tarihinde Turgutlu’nun Dramı ve Mustafa Kemal Atatatürk, Sf:267)
Türkler cephesinde de bir takım gelişmeler yaşanıyordu bu ortamda. Örneğin, Bekir Sami Bey önderliğinde oluşturulan Ege’deki direniş cephesi de, bu süre içinde işgal altında yaşanan zulümlerin saptanması çalışmalarını izliyor, hatta kendileri de bir takım saptamalarda bulunuyordu. Bu raporlardan bir kısmı da ünlü “Alaşehir Kongreleri”nde gündeme getirilmişti. Salihli-Bozdağ Cephesi’nin hemen arkasında bulunan Alaşehir’de, 16 Ağustos 1919 günü yapılan ilk kongrede, direniş cephesi komutanları, yetkilileri ve görevliler ile bölge delegeleri, işgal bölgelerinde yapılan zulüm olaylarını da tartışıyordu. Bu kongrelerde Kasaba delegesi olarak Yüzbaşı Süleyman Sururi yer almıştır. Alaşehir’de yapılan 9. Kongrede, yine Yunan işgalcilerin uyguladıkları zulümün nasıl araştırılıp saptanacağı tartışılır. Kasaba delegesi Süleyman Sururi Bey, Yunanlıların yaptıkları zulmün bir kısmının saptandığını ve raporların da alındığını, ama hükümetin elinde bir şey bulunmadığını, Paris’teki Barış Konferansı’na verilebilmesi için belgelerin mutlaka toplanmasını ister. (Teoman Ergül -Kurtuluş savaşında Manisa, Sf: 196)
Turgutlu’da ise, yapılan onca zulmü içine sindiremeyen ve korkularından ilçeden göçe yönelenler yoğunlaşmaya başlamıştır. Bu arada, zulme başkaldırarak direniş cephesine katılmak üzere Turgutlu’dan ayrılanlar da olur. Bunlar arasında sayılabilecek isimler de: Binbaşı Op. Dr. İsmet Bey, Yedek subay Süleyman Bey (Hararlı), kavaf Rıza Bey (Kayahan) ve Davavekili Hulusi Bey (Zümrütdağ) ilk sayılabilecek olanlar. Bu kişiler Anadolu’ya giderek Kuvvayı Milliye Hareketi içinde yer alırlar.