Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun öncü birlikleri Turgutlu’ya girdiğinde ise, Turgutlu’da yangın sona ermiş, ama koca kasabadan geriye sadece bir harabe kalmış durumdaydı. Bir harabe ya da moloz yığını halinde yere çökmüş bir çok bina kalıntısından ise hala dumanlar tüttüğü görülüyordu...
7 Eylül Perşembe günü sabahında Turgutlu’da görülen manzara, gerçekten de insanı ürperten görüntülerle doluydu. Koca şehirden geriye adeta bir kül yığını kalmış gibiydi. Sokak aralarında öldürülmüş insanlar bir yere savrulmuş gibi yatıyor, kimi bina yıkıntıların altından da iniltiler duyuluyordu. Kasaba bomboş gibiydi sanki. Bu haliyle bir hayalet kenti andırıyordu.
Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun öncü birliğinden Kasaba’ya giren Atlı Takip Müfrezesi, bir süre şehir içinde temkinli bir şekilde, ama etraflarını kollayarak atlarından inmeksizin yavaş bir sürüşle keşif yapmaya başladılar. Bir zamanlar şen ve mağrur kasabanın, şimdi hayalet kenti andıran sokaklarında atların nal seslerinden başka ses duyulmuyordu.
Bu sinir bozucu durum öncü keşif birliğini hem bir hayli tedirgin etmişti. Gözlerinin tanık oldukları karşısında ise şaşırmak mı, dehşete kapılmak mı gerektiğine sanki karar veremez gibi bir halde kasabadan birilerine, dost birine belki rastlayabiliriz umuduyla sokaklardaki keşiflerini başları dik ve tetikte, gözleri dört bir yanı kolaçan ederek ve silahları her an ateş etmeye hazır bir şekilde sürdürüyorlardı...
Sonra... Nihayet...
Türk askerinin Kasaba’ya (Turgutlu) girdiği ve şehrin artık işgalden ve Yunan askerinden tamamen kurtulduğu haberi kısa bir zaman içinde hemen yayılmıştı. Canlarını kurtarmak için bir yerlere saklanmış veya sığınmış insanlar, yavaş yavaş ve ürkek bir şekilde ortaya çıkmaya başladı. İnsanların yüzünde hala tamamen kurtulduklarına ve o dehşet anlarının bir daha geri gelmemek üzere yok olduğuna inanamayan ve güvensiz bir ifade okunuyordu...
Bu şaşkın, ürkek ve korku dolu insanlara yaklaşma konusunda ilk adımı atan, Atlı Takip Müfrezesi’yle birlikte Kasaba’ya giren, giysileri diğer askerlerden farklı, göğsünde çapraz fişeklikli, başında yıldızı parıldayan şayak kalpak bulunan, üstü uzun yol boyunca at sürmesi dolayısıyla tozlanmış bir Kuvvayı Milliyeci oldu.
Atından inerek bir sokakta rastladığı üç-beş kişilik kalabalığa yaklaşan bu orta yaşlı, şakakları hafif ağarmış Kuvvayı Milliyeci, yıkık ve yanmış bir duvar dibinde, kendisine şaşkın bir ifadeyle, ürkek gözlerle bakan bu kalabalıktan yaşı 70 civarında gösteren yaşlı kasabalıya yaklaştı. Onların korkusunu da, güvensizliğini de silip süpürecek, onlara adeta özgürlüklerini armağan edercesine yeniden geri getirdiklerini muştulayan o sihirli sözcüğü söyleyip selamını verdi:
— Geçmiş olsun!...
İşte tam da bu an, yaşanan onca acıdan sonra, "söz"ün bittiği yerdi...
7 Eylül günü, öğleden sonra ise, Turgutlu'da hayat yeniden canlanmaya başlamış gibiydi. Türk askerinin şehirlerine girdiğini duyan herkes, birbirlerine kısa zamanda haber uçurmuş, kurtarıcılarını görmek için birbirleriyle yarışırcasına Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun şehre giren askerlerine koşuyordu... Buluşma anını anlatabilmek ya da o anda yaşananları sözcüklere dökebilmek mümkün olabilse de, kurulabilecek her türlü cümle bu olağanüstü anı, o anki duyguları tanımlayabilmekte yine de yetersiz ve aciz kalır sanırım.
Doğadaki en değerli varlık olan insanoğlu, düşünme yeteneğini aynı zamanda söze de dökebilen, duygu ve düşüncelerini sesli olarak da dile getirebilen bir başka eşsiz bir yeteneğe de sahiptir. Söz, kutsaldır da aynı zamanda. Çünkü, Tanrı’nın insana bir armağanı olarak da kabul edilir.
Eski Yunan uygarlığında, “söz” bir tek anlamı karşılamaz, üç büyük anlamda kullanılırdı:
Mitos, Logos ve Epos.
Mitos: Duyulan ve söylenen sözdür. Masal, öykü, efsane anlatmak için kullanılan söze denir.
Logos: Felsefenin ve onun uzantısı olan bilimin sözüdür ve bilim adamlarınca kullanılan söz olarak tanımlanır.
Epos: Şiirsel söylem ve anlatımı olan sözdür ve günümüzde “epik” veya “epope” diye de bilinen “şiir” karşılığı yerini almış olan sözdür. Ve “Tanrı armağanı” anlamına gelir.
Ne var ki; Eski Yunan uygarlığında, “söz”e böylesi kutsal ve güzel anlamlar yükleyenlerin, beyinleri ve ruhları ırkçılık mikrobuyla zehirlenmiş, gözlerini kan bürümüş 20. Yüzyıl başlarındaki kuşakları ise, işgal günlerinde “söz”e uygarlık tarihindeki en “aşağılık” ve “iğrenç” anlamları da katmışlardı...
Şiir, tarih boyunca insan için hep bir “karagün dostu” olmuştur da aynı zamanda. En çaresiz anlarda hep şiire sığınmış insanoğlu. Bu yüzden de, hep bir çare gibi görünmesine karşın, bir çaresizlik gibi yaşanır. Genelde pek konuşkan bir insan bile olunsa, evrendeki en güçlü duygular olan “aşk” ve “ölüm” karşısında, insanın adeta dili tutulur. İşte o anda da, hemen “şiir”e gereksinim duyulur. Karagün dostu şiire... Tıpkı, Kasaba insanlarının duygularını dile getirip, sese döktüğü, aşağıda sunduğum o ünlü“Kasaba Ağıdı”nda olduğu gibi:
Kasaba ağıdı
Ünlü İngiliz gazeteci ve yazar Lord Kinross, işgalci Yunan ordusunun yaptığı vahşete, kaçarken ardında bıraktığı izlere, şöyle bir yorum getirir: “Yakma, yıkma, yağma, ırza geçme, ne varsa hepsini yaptılar, katliama kadar. Rumbold, İzmir Konsolosu’ndan aldığı bir rapora dayanarak, Lord Curzon’a, ‘Yunanlılar birbirlerini bile parçalayacaklar’ diye yazdı. Bu, ‘insanı tiksindiren bir kabalık ve canavarlık rekoru’ idi. Hani Türklere barbar denirdi? Yunanlılar bütün barbarlık ölçülerini aşmışlardı. Yunan ordusunu kovalayan Türklerin geçtikleri her vadinin havası, yanıp kavrulmuş insan ve hayvan leşleriyle, açıktaki ölülerden yükselen kokularla insana öğürtü veriyordu...” (*)
Bu yüzden, öğleden sonra Turgutlu’ya giren Ulusal Kurtuluş Ordusu’nun diğer birlikleri de halk tarafından büyük bir coşkuyla karşılanırken, bu coşku anındaki en büyük ayrıntı, hem kasaba halkının, hem de askerlerin yüzlerinde okunuyordu: Gülen yüzlerde ağlayan gözler...
Kasaba halkı, özgürlüğün ve kurtuluşun mutluluğuyla heyecanlarını ve coşkularını gülerek yansıtıyor, ama aynı anda gözlerinden yaşlar boşanmasını da engelleyemiyordu hiç biri. Yüzleri gülerken, ağlıyordu gözleri. Ne yaman bir çelişki?
İşgal günleri boyunca neler görmüş, nelere tanık olmuştu o gözler... O gözler ki; sevinç ışığıyla da parlarken, bu yüzden en mutlu anında bile parıldayan yaşlarla ıslatır gülen yüzleri.
Özgürlüğün bedeli hep bu mudur? Acı, kan ve gözyaşı!
Bundan dolayı mıdır o yaman çelişki?
Gülen yüzlerde, ağlayan gözler!
(*) Lord Kinross'un Bir Milletin Yeniden Uyanışı adlı kitabından. Sayfa: 488