Turgutlu’daki yangından söz ederken, yangının başladığı gün olarak anılarında hep Pazartesi gününden söz ederdi ninem. Yangının başlaması ile ilgili anlatımlarında, kendisinin yangının başladığını ancak sabahleyin öğrendiğini, yanına sığındığı Rum komşularının “Yunan askerleri tarafından dün gece Turgutlu ateşe verildi” dediklerinden bahsederdi. Yangını öğrendiği günü ise “iki pazar arası” şeklinde tarif ederdi.
Turgutlu’nun yerlilerine özgü bir deyiştir bu “iki pazar arası” deyimi. Açıklaması ise şöyledir:
Turgutlu’da her hafta, haftanın ilk günü olan Pazartesi günü genel pazar kurulmaktadır. Halk arasında, bu yüzden bazen “Pazartesi günü” pek fazla kullanılmaz, onun yerine sıklıkla“Kasaba pazarı” ya da “Kasaba pazarı günü” deyimi kullanılırdı. Pazar gününe ise “gire günü” derdi ninem. Bu "gire"nin anlamı ise "grev". Çünkü pazar günleri işe gidilmez, çalışılmazmış. Haftanın 7 gününü ise şöyle sayardı: “Kasaba pazarı günü, Sali günü, Mağsa Deneği günü, Cuma evvelsi gün, Cuma mübarek gün, Cuma ertesi günü, gire günü.”
Buradaki “Mağsa deneği”nin anlamı ise, “Manisa Derneği”dir.
Eskiden Manisa’da her çarşamba günü Manisa Derneği’nin toplantısının olması ve Turgutlu’dan da bu toplantıya gidenler olduğunu anlatırdı yaşlılarımız. Çoğunlukla haftanın günlerini tarif ederken, ya da geçmiş bir haftadan ve tarihi günden söz ederken, eskiler, bu günleri mutlaka bir takım somut olaylarla vurgulayarak, ya da ona benzer bir takım örneklere dayandırarak yaparlardı. Manisa Derneği’nin periyodik olarak haftanın çarşamba günleri toplantı yapması dolayısıyla da, “Manisa Derneği günü“, kasaba dilinde “çarşamba günü”nün yerini almış bir bakıma.
Ninem ise, çarşamba günleri Manisa Derneği toplantısı yapılmasını, her Pazartesi günü Turgutlu’da haftalık Pazar kurulması gibi Manisa’nın en kalabalık olduğu gün olarak değerlendirdiği için, o günü Manisa’nın pazarı gibi düşünürdü. Bu yüzden de yangını duyduğu günü, “başlamasının ertesi sabahı” olarak açıklarken, o günü de somut olarak ancak “iki pazar arası” şeklinde tarif edebiliyordu.
Teoman Ergül ile Kamil Su, eserlerinde Turgutlu’da yangının 5 Eylül günü başladığını anlatırlar. Kamil Su, eserinin bir başka yerinde ise, “Önce 4 Eylül 1922 Pazartesi günü Yunan askerleri tarafından istasyondaki benzin depoları ile eşya ambarları ateşe verildi. Bu büyük yangının başlangıcı oldu” der. (1)
Op. Dr. M. Niyazi Dinçsoy ise, yangının başladığı günü, kendi anılarına ve çevresindekilerin anlatımlarına da dayanarak 4 Eylül gününün akşamı olarak tanımlamaktadır: “Tahripçilerin o günü seçmelerinin nedeni, Pazartesi günlerinin ilçenin genel pazarı olmasından ötürü erkeklerin çoğunun şehirde bulunması hesabı üzerine yapılmıştı” sözleriyle, Op. Dr. M. Niyazi Dinçsoy, yangın olayının 4 Eylül’de olmasını o gün günlerden Pazartesi olmasına da dayandırır. Dinçsoy’a göre, ayrıca yangının başlama saati de, yine gün konusunda olduğu gibi, sabit ve somut bazı örneklere dayanıyor. Yangının akşam ezanı ile yatsı namazı arasındaki saatlerde çıktığını savunan Op. Dr. Dinçsoy, yaz saati uygulamasını göz önünde bulundurarak, yangının başlama saatinin büyük olasılıkla 20.00 sıraları olabileceğini belirtir. (2)
Turgutlu’daki yangın, diğer ilçelerdeki gibi gündüz vakti değil, akşam saatlerinde başlatıldığı için, olayın diğer ilçelerden ve özellikle de Manisa’da duyulması, ancak ertesi günü ya da en geç Çarşamba günü olabilmişti. Manisa’nın yakılması olayı da Turgutlu’dan 1 gün sonra, yani 5 Eylül Salı günü gerçekleşmişti. Sanırım Turgutlu’daki yangının tarihi ile ilgili karmaşalar, yangının akşam saatlerinde başlamış olması ve dolayısıyla da ancak olayla ilgili bir süre sonra ya da bir gün sonra haber alınabilmiş olmasından kaynaklanıyor. Dolayısıyla,Turgutlu’daki yangının başladığı günü, 4 Eylül 1922, yani Pazartesi günü olarak kabul etmek, akla yatkın görünüyor.
Yangın olayının organize edilmesi olayı ise şöyle gelişmişti:
Daha önce de vurguladığımız gibi, General Papulas’ın emirlerini yerine getirebilecek 3 bin kişilik bir çapulcu grubu oluşturdu. Bu grup, işgal altındaki halka, bir daha asla unutamayacakları bir acı yaşatmakla görevliydi. 3 bin kişilik bu çapulcu grubu arasındaki görev dağılımı ise şöyleydi: 1000 kişilik bir grup anarşi yaratmak ve yangın çikartmakla görevlendirilirken, 1000 kişilik bir grup da diğer grubun yarattığı o kargaşa ortamında kaçmaya çalisan ve sokağa çikanlari yakalamak ve öldürmekle görevlendirilmişti. Diğer geri kalan 1000 kişilik grupsa, arananları saklandıkları yerlerden bulup çikarmakla görevlendirilmişti. Kesinlikle esir alınmayacaktı. Ele geçirilenler, bulundukları yerde derhal öldürülecek, kurşuna dizilecekti.
İşgal kuvvetleri tarafından yakılma kararı alınan ilçeler ve şehirlerde, Tahrip Taburları (yangın postaları) kurulmuştu. “Tahrip Taburları’nın kuruluş ve yapıları ile ilgili doğrudan ilk tespitler Turgutlu’da yapılmıştır.” (4) “Bu tahrip postaları biri atlı, diğer ikisi yaya olmak üzere 3’er kişiden oluşuyordu. Yangın postalarının önündeki atlılar, komutan olarak görev yapıyor ve göğüslerinde kırmızı bir işaret, başlarında siyah bir kalpak, ellerinde de boruya benzer sarı parlak bir teneke bulunurdu.Yaya olanların ise biri içi akar yakıt dolu bir sırt pulverizatörü, diğeri de içi bomba dolu kaba benzer bir alet taşıyordu. Yangın postalarına komutanlık yapan atlı, yangın çıkarma komutunu veriyor, sokak üzerinde olan evlerde benzin dökülerek, bahçe veya avlu içerisinde olan evlerde ise, pencereden bomba atılarak yangın çıkartılıyordu. Tamamıyla ateşe verilen evin yanmaması durumundaysa, yangının gerçekleşmesi için yeniden bomba atılıyor ya da benzin dökülüyordu. Bu yangın postaları sokak sokak dolaşarak yanmamış tek ev kalmamasına da özen gösteriyorlardı.” (5)
Turgutlu yangını da tüm diğer yerlerde olduğu gibi planlı bir şekilde başlatılmıştı. Yangından 3 gün kadar önce, şehir dışına tüm çıkışlar yasaklanmış, şehir dışına tüm çıkışların yasaklandığı tellallarca ilan edilmişti. Çıkmak zorunda olanlara da izin verilmemişti. Ocakları söndüren bir ateş, Turgutlu’yu da 4 Eylül günü kavurmaya başlıyordu... Hem de öyle bir yangındı ki bu, sonuçta Turgutlu’da sadece 201 ev ayakta kalabiliyordu.
Kasaba Rüştiye Mektebi Müdürü ve Tarih Ögretmeni İbn-i Cinni İsmail Hakkı Bey(Cinni Hoca)’in tarihsel arşivindeki notlara göre; 1919 yılında, Mayıs ayına kadar ise; Kasaba’nın nüfusu 40 bin 168’i Müslüman, 3232’si Rum, 1000’i Ermeni, 600’ü de Yahudi olmak üzere toplam 45 bin olarak tanımlanır. Camiikebir, Çömlekçi, Camiicedit, Menteşbaba, Orta Mahalle ve Hacı Muharrem Mahallesi olmak üzere 6 mahalleden oluşan Kasaba’da hane sayısı ve çesitleri ise şöyle sıralanıyor: 6328 ev, 1500 dükkan, 15 medrese ile cami, 82 mescit, 12 han, 2 lonca, 4 dergah, 4 çirçir fabrikası, 2 fabrika, 2 değirmen, mahalle mektepleri ile birlikte toplam 62 ögrenim kuruluşu, 1 belediye binası, 1 hükümet konağı, 1 kışla, 1 ceza ve tutukevi, 1 postahane, 1 telgrafhane, 1 gazhane, 3 istasyon deposu, 1 ümeranin bindiği ve dönerli raylı özel vagon garajı, 1 tren istasyonu binası, 92 mağaza, 300 otel gibi kullanılan misafir odası, 15 lokanta, 26 kıraatane, 225 ahır, 255 samanlık olmak üzere Kasaba’da toplam 8 bin 907 bina yer almaktadır. (6 ve 7)
Araştırmalara göre; 1922 yılı itibarıyla, Turgutlu’da Camiikebir Mahallesi’nde 750 ev,Çömlekçi Mahallesi’nde 750 ev, en büyük mahalle olarak bilinen Camiicedit Mahallesi’nde 1500 ev, Menteş Mahallesi’nde 620 ev, Orta Mahalle’de 440 ev ve Hacı Muharrem Mahallesi’nde de 650 ev bulunuyordu. Bu suretle Turgutlu’da sadece ev sayısı, toplam 6328 ev olarak belirlenmiş.
Aslında General Papulas’ın İzmir’de Aya Fotini Kilisesi’nde yaptığı konuşma doğrultusunda verdiği emir üzerine harekete geçen Manisa’daki Yunan Merkez Komutanı Albay Bogariçi ve yardımcısı Yüzbaşı Filipos, terk edecekleri ilçeleri yakıp harabeye döndürme konusundaki kararlarının ilk provasını önce Turgutlu’da uygulamayı, sonra da Manisa’da uygulamayı düşünüyorlardı. Ancak Türk ordusunun hedefleri ve harekat tarzı, Yunanlıların tüm planlarını alt üst ettiğinden, ellerini çabuk tutmak zorunda hisseden Yunan işgal kuvvetleri, 4 Eylül günüKula’yı kurtaran Türk ordusunun Salihli’ye ve Alaşehir’e doğru ilerlemekte olduğunu öğrenince, buraları yakma kararını hemen uygulamışlardı.
Yangın tüm ilçelerde 4 Eylül günü başlatılıyordu. Ancak, arada sadece saat farklılıkları vardı. Alaşehir’de 4 Eylül günü başlayan yangın, sabah saatlerinde, Salihli’de ise öğleden sonra başlamıştı. Turgutlu’daki yangın ise akşam saatlerine doğru çıkıyordu...
Takvimler Eylül ayını gösteriyordu. 1922 yılının Eylül’ü...
Doğa, mevsim değişikliğine gebe... Çünkü her eylül, sonbaharın da başlangıcıdır Turgutlu’da.
Eylül’ün ilk haftasından başlayarak, “bağbozumu” yaşanır üzüm diyarı Turgutlu’da.
Ama 1922 yılının Eylülünde, bağbozumunu her zamanki gibi yaşayamadı Turgutlu!
Ocakları söndüren bir ateş, kavurup yakmıştı her yeri, küle ve harabeye çevirmişti koca şehri...
Sonbahar, bir hüzün mevsimidir de aynı zamanda.
Her baharda, yemyeşil bir sevinç çığlığı gibi “vadedilmiş topraklar”ın her yerinden fışkırırcasına, doğanın en büyük süsü gibi toprağa ve doğaya sevdalı insanları selamlayan, cıvıltılarıyla doğanın coşkusunu yansıtan kuşlara da sığınak olan o yapraklar, her eylülle birlikte giderek yeşilden sarıya dönüşen renkleriyle hüznün de rengine boyanır gibidir biraz. Doğanın hüznünü yansıtır gazellenmiş her yaprak, kurumuş, kavrulmuş haliyle...
Ama Turgutlu bir başka hüznü yaşayacaktı 1922 Eylül’ünde, yanmış, kavrulmuş haliyle... 900 yıllık bir şehrin, ocaklar söndüren bir ateşle artık harabeye dönmüş haliyle, yanan binalardan göklere yükselen o kapkara bulutlar, rüzgarla birlikte savrulan külleriyle birlikte, şehrin üstüne çöken hüznün de bulutu gibiydi... Ve göçmen kuşlar, her eylülle birlikte terk etmeye başlar Turgutlu’yu. Başka diyarlarda daha sıcak yuva ve umut aramaya... Her yıl böyle tekrarlanır bu. Vefasızlık değildir ama onlarınki. Onların yaratılışları bu. Böyle bir tavır, sürekli hareketlilik, sadece göçebe kuşlara ait.
Ama 1922 yılı eylülünde, yalnızca göçmen kuşlar değildi Turgutlu’yu terk eden.
Göçmen kuşlar, Turgutlu’nun göklerinde, kocaman bembeyaz bulutların arasında, o nefis gösterileriyle kanat çırparak veda törenini gerçekleştirirken, yerde, yollardaki kocaman toz bulutunun önünde, veda bile edemeden şehri terk eden insanlar da vardı 1922 yılı eylülünde. Çoluk-çocuk, yaşlı-genç, kadın-erkek, birbirine kenetlenmişçesine, arkalarına bakmadan bile korkarak şehirden göç eden kalabalık bir insan topluluğu, 1922 yılı sonbaharında, tıpkı göçmen kuşlar gibi, başka yerlerde yuva ve umut aramak için düşmüştü yollara. Kendi yuvalarının bir daha oturulamayacak hale gelmesi, küle dönmesi yüzünden.
Turgutlu yanıyordu!...
Ocaklar söndüren kocaman bir ateş, sanki bir cehennem ateşi gibi düşmüştü Turgutlu’nun üstüne.
Değdiği her yeri, dokunduğu her binayı küle dönüştüren, yok edici, yıkıcı bir ateş. 900 yıllık bir uygarlıktan, geride sadece harabeye dönüşmüş, ürkütücü, korkutucu bir kent yaratan bir ateş... Ve bu öyle bir ateşti ki; insanın ilk atası, ateşi keşfeden mağaradaki adam, ateşi keşfettiğine bile pişman olurdu belki.
Turgutlu yanıyordu!...
Takvimler, 1922 yılını gösteriyordu... Aylardan eylüldü... Eylül’ün daha ilk günleri, 4’üncü günü... Günlerden ise Pazartesi... Akşam ezanı okunmuş, kasaba halkı yatsı namazına hazırlanırken, gök gürültüsü gibi bir ses, 3 yıldır yaşadıkları acı ve zulmün finalinin, 3 yıldır izledikleri dramın son perdesinin başladığının da bir habercisi gibi inletti Turgutlu’yu. İstasyon civarındaki büyük patlama ile birlikte göklere yükselen alevler, bir süre sonra bir cehennem ateşinin kıvılcımı oldu, bir kor gibi düştü Turgutlu’nun bağrına...
Turgutlu yanıyordu!...
Göklere yükselen kara duman bulutu, tarihini de örten bir sis bulutuna dönüşüyordu... Sonbahar rüzgarının dört bir yanan savurduğu küller, tarihi de yakıp kül eden bir ateşin sembolü ve bir ölünün savrulan külleri gibi seriliyordu şehrin üstüne, ölü bir şehir yaratmak düşüyle... 1922 yılının 5-6 Eylül günleri, tarihin çok ender rastladığı vahşet günlerini, işgal günlerinde ekilen azap tohumlarının açtığı dehşet çiçeklerini de görüyordu kasaba halkı...
Turgutlu yanıyordu!...
İstasyon semtinde, istasyonun yakınlarındaki gazhane bomba atılarak havaya uçurulmuş, gök gürültüsünü andıran art arda patlamalarla birlikte yükselen alevlerle halkın yüreğine yeterli korku da salınmıştı. İki-üç gün öncesinden şehir dışına çıkılması yasaklanmış olmasına karşın, bağbozumu dolayısıyla üzüm diyarı Turgutlu’da halkın bir bölümü 1 aydan beri ovadaydı. O gün günlerden Pazartesi olması dolayısıyla da erkek nüfusun çoğunluğu şehir içindeydi.
Duyulan korkunç patlamalarla birlikte tüm şehir büyük bir panik havasına girerken, ovadakiler de hemen işlerini güçlerini bırakıp çoluk çocuğunun yanına koşmaya çalışıyordu. Ne var ki; şehirle ovayı birbirinden bıçakla keser gibi ayıran demiryolu hattı civarı, Türk ordusu önünden bozguna uğramış bir halde kaçan Yunan askerleri ve hemen talan ve soygun işine koşuşan Rum ve Ermeni başıbozuklarla kaynar bir haldeydi. Bu nedenle ne şehirden ovaya kaçabilme, ne de ovadan şehre girebilme olanağı vardı...
5 Eylül Salı günü, tüm şehir bir yangın yeriydi artık.
Sabah saatlerinden itibaren, Turgutlu civarındaki tüm yollar, Salihli’ye giren Ulusal Kurtuluş Ordusu önünden kaçan Yunan askerleri ile dolup taşmıştı. Tam anlamıyla kapana kışmış bir haldeydi Turgutlu halkı. 5 Eylül Salı günü çarsı içindeki büyük binalar da cayır cayır yanmaktaydı. Halk söndürmek için yangın yerine koşuyordu, ama bunun hiçbir yararı olmuyordu. Yangın söndürülemediği gibi, yangın postaları tarafından dört bir yanda başka yangınlar da başlatılıyordu. Koca şehir cayır cayır yanıyor, ama yanan evlerdekiler kaçıp kurtulma şanslarının çok az olduğu bir ortamda bulunuyordu. Yakılma sırası başta okul, cami ve resmi binalarla, en güzel evler başta olmak üzere, kümeslere varana kadar sınıflandırılmış ve planlı bir şekilde gelişiyordu. Her mahalle 2 veya 3 ev ara ile gaz ve benzin sıkılarak ve bomba atılarak ateşleniyordu. Her yangın postası, yakmakla görevli olduğu mahalle tamamıyla yanıncaya kadar bulunduğu yeri, mahalleyi terk etmiyordu.
Tutuşan bina içindekilerden canlarını kurtarabilmek için sokağa fırlayanlar ise, ya minarelerdeki görevli nişancılar tarafından vuruluyor, kurşun menzilinin sonuna kadar ardından açılan ateşle kovalanıyor, ya da sokakta kendilerini bekleyen çapulcu Yunan askerlerinin eline düşüyorlardı. Bunun da anlamı ölüm demekti. Kurşuna dizilerek öldürülmek ise bir çeşit acısız kurtuluş anlamındaydı. Çünkü pek çoğu, işkence edilerek öldürülecekti. Kimi erkeklerin sakal ve bıyıkları yakılıyor, kimileri baş aşağı asılarak başlarının altında saman yakmak suretiyle yakılarak öldürülüyordu. Kimilerinin de el ve ayak parmakları arasına, tırnak aralarına çıralar sokularak tutuşturuluyor, korkunç acılar içinde bağıra bağıra çırpınırken de üzerlerine yaylım ateşi açılarak öldürülüyorlardı.
Kadınların maruz kaldığı saldırılar ise, anlatılamayacak kadar korkunç ve dehşet verici...
Bir yandan evlere, dükkan ve mağazalara, camilere, okullara akaryakıt dökülerek veya bomba atılarak yangın devam ettirilirken, öte yandan da kaçmaya çalışanlar, korkunç bir şekilde katlediliyordu. Genç kız ve kadınlara tecavüz ediliyor, çocuklar dipçikle bayıltıncaya, kafaları parçalayıncaya kadar dövülüyor ya da süngüleniyordu. Kadınların kucaklarındaki bebeklerin bile süngülendiği bu ortamda, çığlık sesleriyle kurşun seslerinin tam anlamıyla birbirine karıştığı bir vahşet yaşanıyordu Turgutlu’da. Öldürülen bazı insanlar da adeta toplu bir mezarlık yaratırcasına kuyulara atılmıştı. Hatta son iki gün içinde öldürülen insanların cesetlerinin kuyulara doldurulmuş olması dolayısıyla, halkın veUlusal Kurtuluş Ordusu’nun Turgutlu’ya giren kurtarıcı birliklerinin bu yüzden uzun süre su sıkıntısı yaşadıkları da belirtilir. (8)
Turgutlu’da yangın devam ederken, bir yandan da soygun ve talan olaylarını da beraberinde getiriyordu. Bozguna uğrayan Yunan ordusunun kılıç artıkları ile bazı Rum ve Ermeni çeteleri, yangının yarattığı panik ve korku halindeki halk canını kurtarma çabası içindeyken, soygun ve yağma işine girişmişlerdi. Kadınların süs ve ziynet eşyaları ile evlerde bulunan değerli eşyaları zorla alınıyor, direnenler öldürülüyor, kadın ve kızlar tecavüzle karşı karşıya kalıyordu.
Turgutlu’da gerçek anlamıyla barbarlığın yarattığı bir vahşet tablosu yaşanıyordu. Bazı ihtiyarların gözleri oyuluyor, çocuklar süngüleniyordu. Göğüsleri parçalanarak öldürülmüş bir halde bulunan çok sayıda kız ve kadın cesetlerine rastlanılıyordu. Bir çok kadın ve kızın namuslarını korumak için direnmeleri sonucu birbirlerine bağlanarak Nif Çayı’na atıldığı, derede cesetlerinin bulunmasıyla anlaşılmıştı. Düşman elinden kaçarak kurtulan 100 kadar kızın da ırzına geçildiği saptanıyordu...
Yangın sırasında Turgutlu’daki binalar arasında sadece kilise ve havralara dokunulmamıştı. Buna karşılık pek çok cami ve mescit yakılarak kül olan binalar arasında yer almıştı. En acısı da, yüzyılların devlet arşivi, trilyonlarca liralık servet, Rüştiye Okulu, Paşa, Dereköy, Pazar veLimoncu camileri ile birlikte buraların medreselerindeki binlerce el yazması kitap da yanarak kül olmuş, el yazması pek çok belge tamamen küle dönüştü. Yarı yanmış kitapların sayfaları, yangının üstünden haftalar geçtikten sonra bile, rüzgarla savrulup, Turgutlu’nun semalarında uçuşup durdu.
Turgutlu’nun yangındaki maddi zararı; o günün değerleriyle en azından 30 milyon altın olarak saptanmıştır... Yangında, Turgutlu’da bulunan 6328 binadan sadece 201 tanesi ayakta kalabilmişti. Bunlardan da bir kısmı kullanılamayacak bir haldeydi. Yangında en az zarar gören semt ise, geçmişte “Küllük mahallesi” adı verilen, bugünkü Albayrak mahallesi olmuştu. Bunun nedeni ise, yangın çıkarmakla görevli tahrip taburlarının, yangın çıkartma görevlerini yerine getirirken, ilk ve tek direnişle burada karşılaşmasıydı. O ana dek herhangi bir karşı hareket ve direnişle karşılaşmayan yangın postası, görevlerinin rahatlıkla yaparken, birden böyle bir hareketle karşılaşınca da şaşkınlığa kapılmış, Türk askerininTurgutlu’ya yetiştiği korkusuna da kapılıp, görevlerinin tamamlayamadan bulundukları mahalleden kaçmışlardı.
Daha önce de sözünü ettiğimiz bu olay (*) ise şöyle gelişmişti:
Her mahalleye yangın çıkartmakla görevli ayrı ayrı yangın postaları gönderiliyordu. Bu yangın postaları işlerini tamamlayıncaya, yani bulundukları mahalle tamamen tutuşuncaya kadar da görev yerlerinden ayrılmıyor, bu arada sokak sokak dolaşarak yanmamış ya da tutuşmamış ev olup olmadığını da kontrol ediyorlardı. Hacı Zeynel Camii’nin bulunduğu semti yakmakla görevli olan yangın postası ise, görevlerini tamamlayamadan kaçıp gitmek zorunda kalmıştı.
Çünkü, mahallede yangın başlatıldıktan sonra, panik halindeki halk korku içinde sadece canını kurtarabilmenin çabasıyla bir şekilde ovaya doğru kaçmaya çalışırken, bir yandan da soygun ve talan amacıyla yangın postasındakiler henüz tamamen yanmamış ve tutuşmamış evlere girip bu işlerini halletmeye çalışıyordu. Bu arada bir evi daha yakmak için gelen yangın postasında görevliler, evdeki kucağında henüz kundaklı bir bebeği olan genç kadına tecavüz etmeye kalkınca, yan komşusu olan ve mahallede “Arnavut Zeynel” olarak tanınan delikanlının saldırısıyla karşılaşmışlardı.
Tüm mahalleli gibi, evinde birkaç arkadaşıyla birlikte kaçış planları yapmakta olan Arnavut Zeynel, yan komşusu olan genç kadının çığlıklarını duyduğunda, baltasını kaparak oraya koştuğunda, evi yakmak üzere gelen yangın postasındakilerden birinin kadının güzelliğini görerek, kucağındaki kundaklı bebeğinin kendisinden alınarak sofaya fırlatıldıktan sonra kendisine tecavüze yeltendiğini, gördüğünde kanı beynine sıçramıştı. Elindeki baltayla yangın postası görevlisine saldıran Arnavut Zeynel, adamın kafasını parçalayarak öldürdükten sonra, manzarayı gören yangın postasındaki görevliler de korku ve panik içinde, Türklerin Turgutlu’ya da geldiklerini sanarak olay yerinden hemen kaçmışlardı.
Olay 5 Eylül günü meydana gelmişti. Aynı gün ise, Türk askerinin Salihli’ye girdiği ve Salihli’yi kurtardığı duyulmuş, Ulusal Kurtuluş Ordusu birliklerinin Turgutlu’ya doğru ilerledikleri haberleri de halk arasında kulaktan kulağa fısıldanmaya başlamıştı. Bu nedenle, o ana kadar benzer hiçbir direnişle karşılaşmayan ve işlerini genellikle rahat bir şekilde yerine getiren yangın postaları, karşılaştıkları bu ilk ve tek direniş karşısında şaşkınlığa kapılırken, aynı zamanda Türk askerinin Turgutlu’ya da yetiştiği sanısına kapılarak panik içinde, ellerindeki yangın çıkarmakta kullandıkları tüm malzemelerini ve silahlarını da bırakarak, kaçıp canlarını kurtarmak istemiş ve ilk kez bir mahallede yangın postası görevini tam olarak tamamlayamamıştı.
Bundan dolayı da yangın sonrası “küllük mahallesi” diye adlandırılan bugünkü Albayrakmahallesi tamamen yanmamış ve mahallenin yarıya yakın kısmı yangından kurtulabilmişti. Yine bu nedenle mahallede bulunan Hacı Zeynel Camii de, yangından kurtulan binalardan biri olmuştu. Ne var ki, yangın sırasında Turgutlu’ya bu vahşet tablosunu yaşatmak isteyenlere karşı ilk ve tek direnişi gösteren Arnavut Zeynel ise canını kurtaramamıştı. Yangın postasındakilerin kaçarken arkalarında bıraktığı silahını da alarak, yanındaki 2 arkadaşı ile birlikte ovaya kaçmaya çalışan Arnavut Zeynel, Tabakhane olarak adlandırılan semtte, yolun sol kenarındaki bir dut ağacının gölgesi altında alnından bir kurşunla vurulmuş bir halde, gözleri yarı açık, cansız bir halde yatarken görülüyordu... Yanında da büyük olasılıkla arkadaşlarından birine ait başka bir ceset daha yatmaktaydı... (3)
Kurtuluştan sonra, işgal altındaki bölgelerde yapılan zulüm ve vahşeti yerinde gözlemlemek ve incelemek üzere kurulan bir Tahkik Komisyonu, Turgutlu’ya da gelerek çeşitli incelemelerde bulunmuştu. Bu komisyonda Türk yazar ve gazetecilerle bazı subaylar da vardı. Gazeteci ve yazar olarak Halide Edip Adıvar, Yakup Kadri Karaosmanoğlu ve dönemin ünlü araştırmacı gazeteci ve yazarı Falih Rıfkı Atay da bu komisyonun içindeydiler.
Yararlanılan kaynaklar: