İlçemizin bugünkü TURGUTLU adını almasına neden olan, yöremize ilk gelen Türkmen aşireti Turud Aşireti’nin ilk yerleşim yeri, Gediz nehrine yakın yerlerde olan Gencerpınarı mevkiidir. Evliya Çelebi'nin Seyahatname'sindeki tanımlamalarda da kentin ilk kuruluş yeri olduğu anlaşılan bu mevkiinin, kentimizin geçmiş tarihinde çok önemli yeri olduğu da görülüyor. Gencerpınarı, ilçenin folklorik değerleri içinde ayrı bir yeri ve önemi olan bir yer olarak da biliniyor.
Bu yerin taşıdığı bu anlam ve folklorik değerler, bir iddiaya göre, Saba Melikesi Belkıs Efsanesi’nde de yer alır. Belkıs ile Sultan Süleyman’ın susuzluklarını giderip dinlenmek üzere geldikleri, ulu çınarlar ve salkım söğütlerin süslediği bir pınarın bulunduğu bu yer, “pınar” adından esinlenilmesinden olsa gerek, Gencerpınarı ile de özdeşleştirilir ve efsanede adı geçen bu yerin de Gencerpınarı olduğunu savunulur. Kimi araştırmacılarca olduğu gibi, Op. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoy da, sohbetlerimiz sırasında bunu ısrarla doğrulamasının yanı sıra, ayrıca eserinde de doğa harikası bir yer olan Gencerpınarı’nı nefis bir betimlemeyle, folklorik bir öykü tadında anlatır:
“Gencerpınarı’nın varlığı ve nitelikleriyle, asıl adı “Oba yolu” iken halkın dilinde “Ova yolu”na dönüşen, kentin bugünkü kanalizasyon kolektörünün bir bölümünün geçtiği ‘Sulu sokak’taki evlerin ahşap motiflerle süslü saçakları ve bu yolun ‘sokak’ olarak adlandırılması, bu eski Anadolu tipi evleriyle birlikte, Evliya Çelebi'nin “Gediz’e yakın, düz bir ovanın ortasında” olarak belirlediği şehrimizin ilk kuruluş yerinin Gürköy, Gencerpınarı ile yöredeki tımarlarda olması daha akla yatkın, mantıklı bir tahmin ve oranlama gibi görünüyor...”
Op. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoy şöyle devam ediyor:
"Bugün Turgutlu’nun 2.500 metre kuzeyinde Gencerpınarı diye anılan, adı Genç + Er sözcüklerinin birleşiminden oluşan, büyük ve asırlık çınar ağaçlarıyla, mavi-yeşil bir gölge ile örtülü, 2 bin -3 bin metrekarelik bir meydan vardı... Pınarın suları, 6 X 0.75 metre boyutundaki taşa oyulmuş çift havuzlara akardı. Böylece, sesiyle doğal müziğe sanki tempo tutar, sularını hayvanlar kana kana içerlerdi. Bu alanı çevreleyen salkım söğütlerin dallarına asılmış, halk dilinde “çorap bülbülü” adı verilen kuşların yuvalarından fışkıran tatlı bülbül ezgileri, buraya bambaşka bir güzellik, sayfalar dolusu, satırlarla anlatılamayan büyülü bir armoni, bir ahenk verirdi. Burası, beldenin en güzel mesirelik yerlerinden biri, belki de birincisiydi. Şehir bu yörede iken başlayan ve bundan en azından 70 yıl öncesine kadar düzenlenen şölenlerin, şenliklerin yankıları hala kulaklarımdadır.
Söylentilere göre; bir zamanlar Gençerpınarı’nın olduğu yerde salkım söğütlerin gölgesinde, gümüş derelerin çağladığı, güllerle bülbüllerin murat alıp verdikleri, gönül çelici baharların şenliklerinde genç kızlarla delikanlılar burada toplanır, görüşür, bilişir, eşlerini seçer, akşama doğru da dağılırlarmış... Bir süre sonra, sevgililer, mutluluklarını bir güne, bir haftaya, bir aya, bir yıla değil, bir ömre sığdırabilmek için, bu güzel mesirelikte bir şehircik kurmuşlar. Adına da “Aşıklar ve Bahtiyarlıklar Yurdu” anlamına gelmek üzere, “Genç Er Pınarı” yerine “Gençler Pınarı” demeye başlamışlar. Daha sonradan da bu, “Gencerpınarı”na dönüşmüş. Böylece aşkın temelini atmışlar bu yerde... Buradaki bağlar, bahçeler, küçüklü büyüklü kulübe, villamsı ve köşkümsü yapıtlarla bezenliydi. Gerçekten buranın şarap rengi akşamlarına bir de sevda katınca, zevkin tadına doyum olmaz. Kızlar, burada aşık olurlar, aşklarına akşamların rengini de katarak, ilmik ilmik gergeflerinde sevgililerine gönüllerinin ateşini yansıtan nakışlar örerlerdi. Hey gidi günler hey!...”
Yöremizin eski insanı, Evliya Çelebi'nin de dikkatinden kaçmamış ve "özgün tadına son derece düşkün, şair ruhlu" diye tanımlanır bazen. Bunu yine Op. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoy’un anlatımıyla sürdürelim: “Rahvan atlarına binen delikanlı gençler, bir yandan “at oyunları” yaparken, bellerine ve dizlerine kadar inen lüle lüle saçlarıyla genç kızlar da, anlamlı dudak büküşleri ve cilveli gülücüklerle, delikanlıların akıllarını başlarından alırlar, buna paralel olarak, zarif görüntülü eğlenceleriyle hem birbirlerini görürler ve beğenirler, hem de yaşamlarına renkler katarlardı... Derken... |
Oğlan: Ak öküzü çifte koştum Tohumu yere saçtım Arkasına kendim düştüm Ben gidemem, yörük kızı! |
Kız: Bir taş attım çaya düştü Çaydan üç güvercin uçtu Benim gönlüm sana düştü Kalk gidelim, yörük oğlu! |
||
Oğlan: Kır atımın yemi yoktur Arkasında çulu yoktur Ayağında nalı yoktur Nasıl gidem, yörük kızı? |
Kız: Ak öküzü kurtlar yesin Tohumları kuşlar yesin Sabanını kökler kırsın Kırma beni, yörük oğlu! |
||
Oğlan: Ben giderim hemen şimdi Mendilimin ucu telli Hem sarayım ince beli Gel kaçalım, yörük kızı! |
Kız: Altınımı nal edeyim Fistanımı çul edeyim İncimi de yem edeyim Kaçır beni, yörük oğlu! |
... gibi karşılıklı manileri çakıştırırlar, ezgileri yakıştırırlar, yörenin zeytin gözlü, al yanaklı kızları ile polat delikanlıları burada buluşurlar, gülüşürler ve söyleşirlerdi. Çünkü buraları o günlerde bir görme, görülme, kendini gösterme, beğenme ve beğenilme yeriydi…”
Kimi bağrı yanık aşıklar da, yine Opr. Dr. Mustafa Niyazi Dinçsoy’un anlatımına göre aşağıdaki gibi derdine yanarmış:
|