Ulusların uzak dünyaları keşfe çıktığı, bir anlamda "aydınlanma çağı" ya da "uzay çağı" diye de tanımladığımız bugünkü bilim ve teknoloji çağında, günümüz 21. yüzyıl dünyasında, kadınların hala"bize layık olduğumuz yeri, bize insani haklarımızı verin" diye çığlık çığlığa seslerini duyurmaya çalışması ne kadar acı ve ibret verici?
Hiçbir kitap, bugünün dünyasına gelinceye kadar kadının yaşadığı, kadına yaşatılan dramı anlatmakla bitiremez. Bugün duyulan bu çığlık, aslında çağlar ötesinden gelen, bugüne taşınan, hiç dinmeyen, hep duyduğumuz o aynı acı çığlık! Son derece derinden, karanlığın içinden fırlayıp da yankılanan acı bir çığlık!
Bu çığlığın Türkiye'deki yankılanışı ise, çok daha acılı bir tonda!
Çünkü kadın olmak, başlı başına büyük bir derttir Türkiye'de!
Toplumun kendisine biçtiği rolü ve kimliği benimsemezse, dışlanmaya mahkum kalır. Doğruları ya cehaletin yarattığı tabulara aykırıdır ya da örf, adet ve geleneklere ters düşer. İtirazları kabul görmez, etrafındaki çember daha da daralır. Çünkü ondan beklenen şey, kadınlığı gereği sadece sessizce itaat etmesi ve boyun eğmesidir.
Kimliği ne olursa olsun, herşeye boyun eğmeye alışmış insanımız, kadınların tüm haklı isyan, tepki ve taleplerini "feministlik" diye küçümseyiverir. "Feminizm" diye kadın hakları için yola çıkanlar da bu nedenle kadını ve kadın kimliğini biraz da uçuk kaçık bir yerlere çıkarıp, kadın-erkek eşitliği derken işi erkek düşmanlığına kadar dayandırır.
Anneyse, yavrusu durup dururken (!) ortadan kaybolduğunda eylem yaparsa, "Cumartesi Annesi" oldu diye suçlanır, gerekirse coplanır! Yavrusu artık inada dönüşen bir şavaşa kurban gider, Cumartesi Annesi'ne bir alternatif olsun diye devlet tarafından yapılan bir girişimle "Cuma Annesi"ne çıkarılır adı. Polis veya asker anasıysa, onu her an kaybetmeye hazırlamalıdır kendisini. Hele analık, kadın olmaktan bile çok daha zordur memleketimizde!
Duygu Asena'yı incitmek istemem, ama kendisine katılamıyorum.
Bence, "Kadının adı yok" derken, sorunu yanlış ortaya koymuş.
Çünkü bu ülkede kadının sadece adı var, ama gerçekte bir kimliği yok!
Atatürk'ün laik cumhuriyetinde (!), çağdaşlığı bir kimlik olarak seçmişse, "şeriat isteriz"diyenlerce "fahişe"ye çıkarılır adı. Çünkü dini şekilci ve kılık-kıyafetçi olarak algılamak öteden beri gelenek haline getirilmiştir bu ülkede. Herşeyi şeklen algılayıp uygulamak, kılık-kıyafete indirgemek en kolay yol olduğundan bir marifet sayılmaktadır da üstelik.
Sahip oldukları feodal kültür ve aldıkları öğreti ve yanlış eğitim gereği bir başörtüsü veya tesettür giyimi hemen bir ideoloji veya üniforma haline de getiriverir kadınımız.
Çünkü tüm zamanların bozuk düzeninin yarattığı bu koşulların, kendilerine bir yazgı gibi yaşattığı bu dram, onları çoğu zaman tanrısal değerlere bilinçsizce sığınmaya doğru da iter.
Çünkü, kendi yazgılarıyla başbaşa ve yalnızdırlar.
Bu duygu, hep sığınmacı yapar her insanı.
Çünkü, onlara Tanrı'dan başka sığınacak bir başka yer bırakmamışızdır.
Dünya erkeğin evi, ev ise kadının dünyası yapılmıştır.
Kimi zaman kime ve nereye baş kaldıracağını da bilemez bu yüzden kadınlarımız.
Çünkü bozuk düzenin devamından yana olanlar, işlerin her kötüye gitmeye başladığı zamanlarda, erkek ve kadın kimliklerine itilmiş ile kakılmış rolü yaşattıkları bu toplumsal yapı içinde, ya "Atatürkçülük" ya da "İslam" felsefesini kendi çarpık anlayışlarıyla bir "ilaç" ya da bir "baskı" aracı diye hemen sürüverirler sahneye. İçerikleri boşaltılmış, amacı çarpıtılmış birer anlamsız felsefe haline dönüştürülmüş bu öğretiler, birer afyon diye enjekte ediliverir toplumun damarlarına. Çağlardır uyuyanlar daha da uyusun, dillere daha da büyük kilit vurulsun, herkes daha da susun , sessizlik hakim olsun ve bozuk düzen daha da sürsün, bir yandan da kendilerini halka ya daha da şirin ya daha da korkutucu gösterebilsinler diye...
Hayatın gerçek yüzü: Kadının yazgısı
Bozuk düzenin, onun uzantısı olan feodal ve burjuva çarpık değerlerin dayattığı ve kadının ülkemizdeki yazgısını belirleyen, kadına dayatılmış kimlikleri anlamamız, felsefemize de buna göre bir şekil ve yön verebilmemiz bakımından önemli. Çünkü tarih boyunca uygarlıkların en temel ölçüsü olmuştur kadının durumu.
Ülkemizin bugünkü atmosferi içinde ortaya konulmuş kadın kimliklerini incelediğimizde bir gerçekliği fark ederiz: Hayatın tüm yükü sanki onların omuzlarında! Laiklik onların omuzlarında yükselir, şeriat yine onların sırtında, çarşaflara bürünmüş ve onların başında türbanlara sarılmış bir halde gelir.
Aşk ise; ya bir özgürlük, ya da bir esarettir onların gerçekliğinde.
Hep bir acemice deneydir aşk içindeki serüvenleri.
Çoğu kez, ta derinden melankolik bir vurgun yiyip de tıpkı bir midye gibi hapsoluverirler kendi kabuklarına... Evet, hayatın tüm yükünü taşırlar zarif omuzlarında. En ağır darbeyi, en kara yazgıyı, en büyük acıyı bu yüzden hep onların hesabına kesmiştir uygarlık tarihi. Kısacası; acılı hayatımızın gerçek yüzüdür kadının yazgısı!
Takvimlerimizse, 2 bini 2 geçiyor! Ama ya kadının kara yazgısı?
İşte o, tüm zamanların takviminde aynı şekilde yazılı duruyor hala!
Ve bu ülkede hala kendi gerçek kimliğini bulabilmiş değil kadınlarımız.
Öyleyse, hayatın gerçek yüzünü görebilmek için, kadının kara yazgısını da iyi bilmek gerekir.Çünkü tarih boyunca uygarlıkların en temel ölçüsü olmuştur kadın. Kimi zaman bu uygarlıkların bir sonucu, kimi zaman da nedeni olmuştur kendilerine dayatılmış yazgıları. Bu yüzden, içinde yaşadığımız hayatın gerçek yüzünü görebilmek için, ekonomik sistemlerin, sosyal dengelerin, felsefi inançların ve ortaya konulan çarpık ya feodal ya daburjuva değerlerin kadına biçtiği rol ve kimliği de sorgulayabilmek gerek.
Çünkü, kadınların kendilerine dayatılmış o yazgılarında yatıyor hayatımızın gerçek trajedisi...