İnsanoğlunun siyaset sahnesinin önüne çıktığı ilk günden beri hep oynanıp durur bu oyun. Adı ise; “demokrasicilik oyunu”.
Bu oyunda amaç hep iktidarı ele geçirmektir. Nihai hedef ise devlet erkini ele geçirmek. Ya da iktidar olduktan sonra, ayrıca bir de devletin kendisi olmak. Devletin kendisi olabilmek için ise, bu durumu yasalaştırmak, yasaya bağlamak gerekir. İşte o zaman da buna “anayasa” diyeceğiz.
“Maskeli bir balo” gibidir bu oyun biraz da. Yüzler hep bir maskenin ardında gizlenir. Maskeler düşerse, oyun bozulabilir. Bu yüzden de sistem tarafından kimi zaman ya yeni maskelere, ya da aynı maskelerin ardına geçecek yeni yüzlere ihtiyaç duyulur. Ve her zaman da aranan yeni yüzler ve maskeler bulunur. Talan ve soygunun devam etmesi için ya da düzenin selameti adına. Kapitalist sistemlerdeki demokrasicilik oyununun her zamanki kuralıdır bu!
İlk bakışta “devlet” ve “demokrasi” sanki yanyana duruyor gibi görünür. Ama bu sadece bir yanılsamadır. “Devlet” ve “demokrasi” bizde asla bir arada değildir. Bu durum bizdeki düzenin zaten yapısına aykırı. Öyle demokrat bir devlet, öylesine kurumlaşmış bir demokrasi bizde ne gezer?
Bugüne kadar bizde anayasalar hep askeri darbelerin ardından, askeri darbeler sonucu yapılmıştır. Her askeri darbenin anlamı, demokrasinin kesintiye uğraması anlamını da çağrıştırdığından, bu yasalarla şekillenen devlet yapısı bu nedenle her zaman “demokrasi özürlü-demokrasi karşıtı” olmuştur.
İyi de, şimdi siviller tarafından bir anayasa yapılmak isteniyor. Peki buna ne diyeceğiz? Siz isterseniz buna “Yaşasın, demokratikleşiyoruz!” demekte özgürsünüz. Ama ben, “Hayır, sadece sistem topluma şimdi de sivil diktatörlüğü dayatıyor” diyeceğim.
“Demokrasi bizim için bir amaç değildir, sadece şeriat yolunda faydalanacağımız bir araçtır” diyen Başbakan Erdoğan’ın demokrasisine mi inanacağız? “Artık askeri darbe dönemleri geride kaldı” diyen, güya darbeye karşı mücadele veriyormuş gibi yapıp, bu ülkenin canına okuyan 12 Eylül Darbesi'ni yapanları asla yargılamayanların darbe karşıtlığına mı güveneceğiz?
Siz isterseniz yine de “Oh ne güzel, nihayet demokratikleşiyoruz” diye kendinizi avutmakta özgürsünüz. Ama ben “Hayır, bozuk düzen artık talan ve soygunu daha rahat yapabildiği için, ülkeyi ekonomisinden politikasına kadar emperyalizme açıkça bağladığı, tüm kamu kurumlarının yabancılara peşkeş çekilmesinden, 81 ilin 71'inde topraklarımızın ve tüm yeraltı kaynaklarımızın yabancıların yağmalamasına açılmasına kadar, yani ülkemizin hem yeraltı, hem de yerüstü kaynaklarının hükümetçe çıkarılan yasalarla emperyalizme teslim edilmesine kadar her alanda emperyalizme bağlı bir vahşi kapitalizmin yaratılması sağlanabildiğinden, sistem artık askeri diktatörlüklere hiç de ihtiyaç duymuyor, onun yerine sivil diktatörlüğü topluma dayatıyor” diyeceğim.
Ama… En küçük haklı talebi bile en sert biçimde bastırılmaya, en kısık sesi bile en acımasızca ve sonuna kadar susturulmaya, sürekli sopayla yönetilmeye alıştırılmış bir toplumun, sivil bir dönemde olduğu halde, açık açık “Demokrasi bizim için bir amaç değildir” diyebilen Tayyip Erdoğan’ı hala demokrat sanmasına, 72 milyon vatandaşın telefonlarını açıkça dinleten bir iktidarın demokratik bir anayasa yapacağına kanmasına şaşırmalı mı aslında?
Darbe yapanları yargılamayıp da, darbe yapmayanları “yapacaklardı” diye yargılayan bir iktidarın bütün bu yaptıklarının aslında toplumdaki anti-emperyalist ve bağımsızlık taraftarı refleksin ve iç dinamiğin yok edilmesi anlamını taşıdığını fark edememesine de şaşırmamalı belki bu yüzden.
Benim asıl şaşırdığım, Tayyip Erdoğan’ın açık açık “Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim” dediği halde, toplumun bunun anlamını sorgulayamayacak kadar sayduyu yoksunu ve akıl tutulması içinde yaşıyor olması. Bunu da sistemin bir başarısı saymak daha doğru belki. Eh, ülkede doğru dürüst bir muhalefet mi bırakıldı ki?
İşte demokrasi kültürü olmayan, demokrasinin ne olduğunu bilmeyen bir toplumun içine düşürüldüğü bir “ikilem”dir bu! Hanedanlık sistemi gibi bir yapıya sahip olan ülkemizin bozuk düzeni, vahşi kapitalizmin bugünkü aşamasında artık topluma “askeri darbelere lüzum kalmadı artık, sivil diktatörlük daha iyi” diyerek bir dayatma getiriyor.
Siz isterseniz bu yapılacak olan anayasa referandumuna “referandum” ya da “halkın seçimi” demekte de özgürsünüz. Ama ben, “hayır, bu bir dayatmadır” diyeceğim.
Ya da AKP Hükümeti’nin çıkarmaya hazırlandığı yeni anayasayı “demokratikleşme anayasası” diye kabul etmekte de özgürsünüz. Ama ben, “Demokrasi özürlü devlet yapısı, bir türlü kurumlaşmasına izin verilmeyen güdük demokrasisi ile, kaderi kışla ile cami arasında sıkıştırılmış bir toplumun askeri diktatörlük yerine şimdi sivil diktatörlüğe razı olmaya zorlanmasıdır bu yeni anayasa” diyeceğim.
İşte demokrasiyi asla yaşamamış, bu yüzden de onlarca yıldır “demokrat” demeyi bile bir türlü beceremeyip de “demirkırat” demeye alıştırılmış toplumumuzun sistem tarafından içine sıkıştırıldığı “ikilem”dir bu: Ya postalla dövülecek, ya takunyayla. Ya askeri diktatörlükle yönetilecek, ya sivil diktatörlükle.
Ben asıl, asker postalı altındayken 12 Eylül Anayasası'na “evet” demek zorunda kalan toplum, bu anayasayı bile mumla aratacak bir anayasaya sivil bir dönemde “hayır” diyemezse şaşırırım.
Toplumumuzun içine itildiği ikilemden kurtulabilmesinin bir yolu, AKP’nin anayasasına “hayır”demekten geçiyor bugün. Bunun için de, tüm toplumsal katmanlarda harekete geçecek bir sağduyu refleksi gerekiyor. Tabi darbelerle canından bezdirilmiş, soygunlarla perişan edilmiş, siyasi senaryolar ve entrikalarla 'akıl tutulması' da yaşatılmaya başlanmış bir toplumda eğer birazcık sağduyu kaldıysa.
Almanya da, demokrasi gelecek diye faşizmi seçmemiş miydi geçmişte?
5 Nisan 2010