yakamoz
Bir analiz
Cami ile kışla arasına sıkıştırılmış bir gelecek (!)
Siyasi manzara:
“Yeni dünya düzeni” diye de tanımlanan «küreselleşme» ile, emperyalizmin tüm dünya genelindeki sömürgeleştirme politikasına yeni bir boyut ve biçimlendirme katmaya başladığı, ayrıca saldırgan ve işgalci tavrını da yansıtan “Büyük Orta Doğu Projesi”nin uygulanmaya başladığı bugünkü aşamada, az gelişmiş ve çarpik gelişmiş ülkelerde ekonomik-politik şekillendirme ABD, IMF ve Dünya Bankası tarafından yönlendirilirken, küreselleşme kıskacı içindeki Türkiye de adım adım yeni-sömürge bir ülke konumuna getirilmeye çalisiliyor.
Öte yandan, AB tarafından da, AB’ye üyelik sürecinde köşeye şıkıştırılıp, bir takım tavizler de kopartılarak, tam üyelik dışında “bir taşeron rol” sunulmak istenen Türkiye, biçilen bu rolle “ikinci sınıf bir üye” yapılıp, başinı ABD’nin çektigi emperyalist güçlerin çikarlari doğrultusunda Asya ve Ortadoğu’da onların taşeronluğunu yapan piyon bir yeni sömürge ülke durumuna dönüştürülme sürecine sokuldu.
Kısacası; şekillenmekte olan “yeni dünya düzeni” potasında, bir takım dengeler şu veya bu şekilde değiştirilerek yeniden belirlenirken, Türkiye de, dışarıdaki ve içerideki konjonktür açısından oldukça zor bir dönemeçte, neredeyse uçurumun kenarında... Çünkü, Mustafa Kemal’in dediği gibi, “Hangi bağımsızlık vardır ki; yabancıların tavsiyeleriyle, yabancıların planlarıyla yükselebilmiş olsun? Tarih bugüne dek böyle bir şeyi kaydetmemiştir...”
Bu manzarada, Türkiye bir uçuruma doğru adım adım itilmektedir. Öte yandan da ülke içinde bazı toplumsal dinamiklerin harekete geçirilerek, muhalefete ivme kazandırılması hayati bir gereklilik ve zorunluluk olarak ortada duruyor.
Peki ama, muhalefet nerede? Bitti mi?
CHP ya da soldaki bir başka oluşumda yaşanan tıkanıklık nerede?
Bu oluşumların önündeki engeller (ya da olanaklar) neler?
O kadar mı çok? Ya da o kadar mı az?
Kitlelerdeki egemen psikoloji
Bugün “ezilen” ya da “emekçi” diye tanımlanan, toplumun çogunlugunu oluşturan, geçmişte solun kitlesel tabanı olan kesimde, genelde bir umutsuzluk ve çaresizlik şeklinde kendini gösteren bir ruh hali egemen... Günümüzde gözlenen politik ilgisizlik, hareketsizlik, kıpırdanma olmayışı ve genel durgunluk gibi olgular, bu ruh halinin bir yansıması...
İnsanlar yaşamda her zaman umutlarının ve hayallerinin peşinden koşarlar. Kitleler, kendilerine umut olabilecek bir siyasal önderlik ve sorunlarına derman olacağının hayalini kurduran bir alternatif muhalefetten yoksun kaldıkları ortamda, böylesi bir ruh hali içine düşüp, zorunlu olarak kendilerini “boyun eğilmiş” ya da “edinilmiş” bir çaresizlik içine hapsediyorlar.
İktidarın, “iyiye gidiyoruz çok şükür, daha da iyi olacağız inşallah” söylemleri ve“halkın % 97’si mutlu” şeklindeki yaptırdığı anketlerle, malum medya aracılığıyla halkın kafasında kurmaya çalıştığı “imaj”, bir yandan kendisini “vazgeçilemez” ve“alternatifsiz kalma” durumuna getirirken, öte yandan bazı gerçekleri çarpıtarak benimsetmeye çalıştığı “yoksulsan, yeterince çalışmadığın ve akıllı olmadığın içindir”, “eşitsizlik dünyanın her yerinde var” şeklindeki telkinlerle de, halk bir“kadercilik” çizgisine çekilerek, içinde bulunduğu ruh hali pekiştiriliyor ve “edinilmiş çaresizlik” bir de “kaderci” yaklaşımla bütünleştirilip, “kabullenilmiş, boyun eğilmiş çaresizlik” şekline dönüşüyor. Bu da, kitleleri başka seçenek olmadığı yönünde ve“kaderine razı olma” şeklinde bir hareketsizliğe, durağanlaştırıcı bir inançsızlığa iten konuma getiriyor... Böylece toplumsal bir muhalefeti yaratacak “dinamik” de, adım adım, iyice yok edilmek üzere örselenmeye çalışılıyor...
Dolayısıyla; kitleler, ya artık Tanrı’dan başka sığınacakları bir yer ve değer kalmadıkları sanısına kapılarak dine ve dinci akımlara doğru yüzlerini dönüyor... ya da bugün “hakim olana boyun eğmek” veya “var olan ortamdan kendi kişisel durumları için olabildiğince karlı çıkmak” anlayışına yönelip, “iktidarın nimetlerinden faydalanabiliriz” sanısıyla, iktidar partisine yedekleniyorlar... Bu ruh hali ile yapılan siyasal tercih, zamanın durağanlığını tanımlayan ve belirleyen temel bir özellik halinde...
Sonuçta; muhalefet cephesinde de, somut gerçekler ya da solun temel değerleri üzerine değil de, kavramlar ya da soyut değerler üzerinden politika üretilince de, seçmenin refleksi ister istemez bu ruh hali ve siyasal ortamdan kaynaklanan bir tavra ve tercihe dönüşüyor... Oy verenler, siyasal tercihlerini kendi hayatlarının “kısmen” değişeceği umudu ve sanısıyla, kendi kişisel ikbal arayışı içinde iktidar partisine yedeklenme şeklinde yapıyor.
Yoksulların, köylülerin, emekçilerin (aslında solun tabanını oluşturması gereken kesimler) ve sistemden zarar gören tüm diğer kesimlerin mahkûm edildikleri bugünkü yaşam koşullarına rağmen, içine düştükleri (veya düşürüldükleri) bu ruh hali ile birlikte, artık daha fazla bekleyecek kadar (ya da bir devrim bekleyecek kadar) sabırlarının kalmadığı gerçeği de hesaba katılırsa, bu kesimin bazı yönelmeleri ve tercihlerini de anlayabilmek mümkün.
Bu kesimler, öylesine kabul edilmiş ve boyun eğilmiş bir çaresizlik ve umutsuzlukgirdabına sürüklenmiş halde ki; artık tüm sorunlarını kökten çözmeyi vaat eden bir “mega ideoloji” yerine, hayata hemen şimdi müdahale edebilmenin en kestirme çıkısını arama, böyle bir rüzgarın kollarına kendini atma davranışına yöneliyor...
Kitleler ve önderlik
Kitleler bugün giderek daha fazla yoksullaşırken, her geçen gün biraz daha fazla çaresizlik ve umutsuzluk içine itilirken, bu kitleleri toparlayacak, yönlendirecek ve mevcut duruma olan hoşnutsuzluğu örgütleyerek toplumsal muhalefeti harekete geçirecek olan, ancak“sol” nitelikli bir siyasal harekettir.
Ama... Aslında ortada güçlü bir “sol hareket” olmaması dolayısıyla, solun asıl tabanı ve gerçek kitlesi olan çalışan sınıf, dar gelirli, yoksul ve işsiz kesimden oluşan ve varoşlarda yaşayan seçmenin oylarını “dinci-muhafazakâr” bir partinin alması ve oy oranını da giderek arttırması ciddi, oldukça düşündürücü ve tehlikeli bir durum...
AKP iktidarı, ABD için “kukla” görevini üstlenmiş bir işlev içindeyken, ülkemizde toplumsal dinamikleri harekete geçirecek, sağlıklı ve etkili bir muhalefete ivme kazandıracak siyasal bir duruş, elbette ki “sol” bir siyasetle şekillenebilir. Ancak; Türkiye’de sosyal-demokrat ve diğer sol hareketlere kadar “alternatif olamama veya üretememe, toplumun ortak duygularına seslenememe” gibi yaşanan politik tıkanıklık, ciddi bir bunalım ve önemli bir sorun. Bir diğer ayrıntı ise; kitlelerde politikaya ilgisizlik, bıkmışlık ve bu anlamda mevcut duruma yönelik politik tepki göstermedeki genel durgunluk ve isteksizlik...
Halen hesabı sorulamamış 3 darbe, ardından hiç hesabı sorulmayan Susurluk skandalı, en son da Cumhuriyet tarihinin en ağır krizi olan 2001 krizinin yaşandığı Türkiye manzarasında, bu kadar perişan edilmiş haldeki kitlelerde, bu“politikadan bıkmışlık, isteksizlik ve politikaya inançsızlık, umutların kalmayışı...” şeklinde tanımlanabilen genel ruh halinin, hala aynı söylemler ve nedenlerle açıklanmaya çalışılması, solun kendisiyle yüzleşmek yerine bahaneler üretmesi, bir takım gerekçeler ardına sığınması, suskunluğundan ve tepkisizliğinden dolayı halkı suçlaması... tek kelimeyle işin kolayına kaçmak...
Öyleyse, asıl sorunun bir “önderlik sorunu” olduğunu vurgulamak ve asıl nedeni de temelde “doğru, tutarlı ve etkin bir sol önderlikten yoksun olmak” şeklinde kabul etmek zorundayız... Artık enerjimizi bahane bulmak yerine, “akacak bir yol bulmak veya açmak” için harcamalıyız.
Önderlik sorunu ve "sol" önderlik
Halen solda “en geniş kitle tabanına sahip parti” konumunda gibi görülen CHP’nin, halk kitlelerinden bu kadar kopuk olmasında, partiye hakim olan “Baykal” zihniyetinin payı büyük. Sağcı bir politikaya gömülen bu zihniyet, “Biz bu cumhuriyeti kuran partiyiz” söyleminden medet umarak, kitlelere kendi misyonunu hatırlatan bir politik söylemden umut bekleyen bir anlayışa “çare” diye sarılınca, günümüz siyasal atmosferinde, giderek “statükocu”, “devletçi”, sol çevrelerde ise “düzen partisi”imajına sahip oluyor...
Var olan siyasal atmosferde tüm enerjisi ve politik tepkisi sadece “laiklik elden gidiyor”, “cumhuriyet tasfiye ediliyor” gibi bir refleks düzeyinde kalınca, sadece eğitim düzeyi yüksek, batılı kültürü benimsemiş bir “elit” kesimin oyuyla yetinmek zorunda kalıyor...
Sol, sınıfsallık içerir
Sol düşünce; bilimselliğe dayanan bir felsefenin ürünüdür. İlhamını her zaman bilimsellikten, gücünü daima haklılıktan, gelişimi ve büyümesini de yaşamdaki “sömürü, eşitsizlik, adaletsizlik, haksızlık, zulüm” gibi sosyal yaralardan alarak, böylesi bir kulvarda mücadelesini sürdürür. Solun en önemli mücadele alanı, bu yaraların en çok kanadığı yerlerden başlar...
Solun tavır alışı, felsefesi ve politik çizgisinde, bu nedenle daima bir “sınıfsallık” yer alır. Bu da “bilimsellik” ve “sosyalizme” dayanan, “emeğin sömürüsüne karşı” bir mücadeleyi içeren bir muhalif tavır alıştır. Çünkü; toplum bilimi demek olan sosyolojide, toplumun sınıflandırılması ve kategorilendirilmesi “işçi”, “köylü”, “memur”, “emekçi”... şeklindedir.
Bugün sahip olduğu perspektifi, toplumsal katmanlara bakış açısı, izlediği sığ politika, CHP’yi bu nedenle giderek soldan kopan ve sağa kayan bir parti konumuna çekerken, yaptığı muhalefet de doğal olarak “sınıfsal düzeye” inemediğinden, bu alanda önemli bir boşluğun oluşmasına neden oluyor. Ama doğa da, yaşam da asla boşluk kaldırmaz. Bir boşluk doğarsa, bu boşluk ya bir başka şekilde dolar, ya da başka yere kaymalara neden olur...
Sonuçta; CHP’nin oyunu almayı umduğu dar gelirli, yoksul, varoşlarda yaşayan kitlelere bu açıdan verebildiği bir mesaj olmadığından, yoksul ve emekçi kesimin oyları, sadece günü kurtarabilmek uğruna, iktidar partisinden beklentileri içeren bir siyasal tercihe dönüşüyor...
“Küreselleşme” politikasının gündemleştirdiği “özelleştirme”, IMF’nin dayattığı“yoksullaştırma” politikası, “emeğin daha fazla sömürüsü” gibi sosyal yaralar karşısında, sınıfsal içerikten yoksun, etkin ve tutarlı bir alternatif muhalefet yapamayanCHP, iç siyasetteki politik söylemini “laiklik elden gitmesin”, “cumhuriyetimiz tehlikede” gibi reflekslerle sığ bir çerçeveye hapsederken, dış siyasette de muhalefeti daha çok Kıbrıs ve AB odaklı siyasete kaydırarak iktidarı yıpratmaya çalısınca, her defasında kitlelerin gözünde sanki bir kayaya çarpmış gibi geri tepen etkiler yaşıyor...
Örneğin; Türkiye manzarasında AKP, sistemi eleştirerek, sokağa dökülen kitlelere hitap ederek iktidara yürüdü. CHP ise, muhalefetinde sadece “cumhuriyetçi bir refleks” ile yetinmeye çalısınca, “değişim” isteyen kitlelerin gözünde “statükocu”, “devletçi” parti konumunda kaldı... Çünkü bu söylemi ve tavrıyla, sistemden mağdur olmuş kitleler gözünde, onları ezen ve sömüren sisteme değil, AKP’ye alternatif bir parti olarak görülüyor.
Ayrıca; AB’ye üyelik sürecinde AKP iktidarının “Batıdan demokrasi ihracı” anlamına gelen, aslında gönülsüzce, mecburen (ya da kerhen) yaptığı reformlar da, “statükocu ve devletçi CHP” imajı karşısında seçmeni AKP’yi daha reformist, demokrasiyi daha fazla isteyen bir parti imiş gibi algılama yanılgısına düşürüyor ve bu ortam takiyeci politikaya iyi bir zemin hazırladığından, seçmenin de AKP’ye daha fazla avans vermesine katkı yapıyor...
Kimilerine göre; AKP bu nedenle CHP’ye kıyasla daha reformist görünürken, neredeyse solun söylemlerini kullanan bir parti imiş gibi de algılanmaya başladı... Yani; sol kendi söylemlerine sahip çıkamazken, kendiliğinden böyle bir görüntü ortaya çıkıyor. Bu da demektir ki; aslında kitlelerin bu yanılgıya kapılmasının ardında yatan biricik gerçek: özlemdir. Solun söylemlerine karşi bir özlem... Kendilerini ezen, mağdur eden sisteme alternatif olan politikaya karşi kitlelerde birikmiş özlem...
Bu özlem, bozuk düzenden mağdur olan kitlelerin bugünkü ruh hali ve yaşadıkları zor yaşam koşulları içinde o kadar arttı ki; AKP’nin cumhuriyet sistemi ile olan çatışmasını sanki “ilerici bir tepki” imiş gibi algılama yanılgısına düşmelerine ve mevcut sisteme karşı olan her tepkiyi, her protest tavrı sanki “ilerici ve devrimci” bir tepki ve tavır alış gibi düşünme yanlışı içine girmelerine neden oluyor.
Bugün solun, sosyal-demokratların ve Kemalistlerin “karşı-devrimci girişim” olarak tanımladıkları AKP’nin kimi icraatlarının, kamuoyunda “beyaz devrim”, “sessiz devrim” vs. olarak hemen kabullenilmesinin de temelinde bu olguların aranması gerekir. Çünkü, CHP dışındaki kimi sol oluşumlarda bile, sistemle olan çatışması nedeniyle AKP’yi “CHP’den daha reformist (?)” görenlerin sayısı hiç de küçümsenmeyecek düzeyde...
Burada da aslında bu kesimi suçlamaktan çok, çaresizliklerini anlamaya çalışmak gerek. Çünkü “sol”olmak, uygarlık tarihi boyunca “mevcut düzene muhalif, var olan ve dayatılan sisteme alternatif” olmak gibi bir tavra ve misyona sahip... Bizi kaygılandırması gereken ayrıntı ise; CHP’den (veya soldan) umudunu kesen kitlelerin, seçeneksiz kalmış hissederek, kendilerini AKP rüzgarının esintisine bırakmaları...
Ama elbette ki, toplumun içsel dinamiğinden umudunu yitirmiş bu çağdaş, demokrat ve sol bazı unsurların, bu ruh hali ve çaresizlik içinde AB sürecinin getirdiği dalgalara kendilerini kaptırıp, AKP rüzgârına teslim olmaları da son derece sağlıksız bir duruş... Çünkü bu duruş, kısmen ve gönülsüz de olsa, iktidar partisine yedeklenmeye dönük bir duruş anlamına geliyor.
Sonuç olarak:
Öte yandan, son olarak "çarşaf ve türban açılımı", Kuran kursları açılımı" vs gibi gelişmeler, CHP'deki hakim zihniyetin parti yapısını ne kadar geriye çektiği, partiye sağ ve sığ bir zihniyetin nasıl egemen hale geldiğini de yansıtıyor. Solun önünü keserek, solun bitişini de beraberinde getirecek olan bu gelişmeler, aslında CHP'de egemen olanBaykal'ın ve Baykal zihniyetinin siyasi olarak ne denli aciz kaldığını, siyaset üretemediğini de anlatır. Bu durum, aslında Baykal'ın siyasi iflası anlamındadır. Ama sonuçta ortaya çıkan görüntü vahimdir: Solcuların giremediği partiye, artık çarşaflılar kendileri için ardına kadar açılmış olan kapıdan ellerini kollarını sallayarak girebilmektedir.
Böyle bir muhalefetin (CHP’nin) halk kitlelerini tek başına temsil etmesi, onların ortak duygularına hitap edebilmesi, kucaklayabilmesi ve peşinden sürükleyebilmesi oldukça zor. Günlük mücadelede de varoşlar ve kırsal kesimdeki kitlelerin ortak duygularına hitap edemediğinden, CHP, sadece eğitim düzeyi yüksek, belirli bir kültür düzeyine ulaşmış “elit kesimin partisi” olarak kalmaya mahkûm...
Bu durum da, hem sol adına, hem de toplumsal değişim gerçekleştirmesi beklenen iç dinamiklerin oluşumu açısından ciddi bir tehlike. Çünkü CHP, bugünkü çizgisi ve yapısıyla bir yandan toplumsal dinamiğin gelişimine de engel olurken, hem solun, hem de iç dinamiğin önünü tıkarken, ya “karşı devrimci” ve “gerici” akımların –ki bunlar da dinci gruplar olarak öne çıkıyor- iç dinamiklerle oynamasına uygun bir zemin yaratılacak, ya da demokrasi ayarının yapılması ve cumhuriyetin korunması için askerden medet umma durumuna gelinecek...
Bu içsel dinamikler penceresinden bakılınca; Türkiye’nin kaderi, cami ile kışla arasına sıkışmış bir durumda...
Öyleyse; halkı suçlamaya, bugünkü olumsuz manzaranın tüm sorumluluğunu halka yüklemeye hakkımız var mı? Asıl sorun, önderlik sorunu. Ama, sol bir partinin doğru önderligi! Soyut kavramlara değil gerçeklere dayanan, kafalarımızda kırmaktan ve bozmaktan korktuğumuz birer şablon olarak varlığını sürdüren alışkanlıklarımıza değil, somut durumun somut analizine dayanan, değişime inanan ve başaran, bilimsellik ve sınıfsallığa dayanan, varolan duruma bu anlamda inisiyatif kullanabilecek bir siyasal önderlik...
Temmuz 2004