"Yeni madencilik yasası"nın yarattığı manzara içinde, yeraltı zenginliklerimiz olarak da tanımladığımız madenlerimizin üzerinde kara kara bulutlar dolaşıyor. Memleket ise zaten karanlıklar içinde. Ama burası, bu salon pırıl pırıl. Yeni madencilik yasasının sağladığı yasal destekle yaşam alanlarımızı da tehdit eder hale gelen vahşi madenciliğe karşı çevreci mücadele için kadın duyarlılığı ve annelik duygusu ile yakılan meşalenin yansıttığı bir aydınlık var bu salonda. Bu meşalenin bu ışığı, Çaldağı’ndaki madencilik faaliyeti nedeniyle karşı karsıya kalınacak çevresel tehdidin bir başka boyutunu daha aydınlatarak gözler önüne seriyor bugün. İşte böyle bir aydınlığın ışında söz aldığım duygusunu paylaşmak istiyorum öncelikle.
ySözlerime ise, rengi gecelerden bile daha kara bir adamın, Afrikalı bir zencinin sözleri ile başlamak istiyorum. Onu bu kadar özel kılan ise, sözlerindeki aydınlık. Bir televizyon programında, dünyanın en büyük kıtalarından Afrika’nın nasıl sömürgeleştirildiğini anlatıyordu. Hem adını şu an hatırlayamadığım, hem de kelimeleri onun gibi büyük ve derin anlamlarıyla kullanamayacağım, 3 kamyon dolusu kitap da okusam, koca Afrika’nın o büyük gerçeğini onun gibi 3 cümlede anlatabilmeyi başaramayacağım için, hafızamda onu hep “bilge Afrikalı” olarak yaşatıyorum. Her şeyi, Afrika’nın o büyük gerçeğini sadece 3 cümlede özetleyivermişti çünkü.
Aynen şöyle diyordu o rengi gecelerden bile daha kara, ama sözleri güneşten bile daha aydınlık ve parlak olan bilge Afrikalı: “Beyazlar Afrika’ya geldikleri zaman bizim kocaman topraklarımız, onların da küçücük İncil’leri vardı ellerinde. Bize önce İncil’i tanıtıp, ardından da gözlerimizi kapatarak dua etmesini öğrettiler. Gözlerimizi açtığımız zaman bir de gördük ki; onların artık toprakları vardı, bizimse sadece o İncil’ler kalmıştı ellerimizde…”
O bilge Afrikalı bugün yaşamıyor. Ama eğer yaşasaydı, eminim ki söylediği bu bilgece 3 cümleye ekleyecek yine bilgece 2 cümle daha kurardı. Çünkü onun Afrika’sında bugün açlık var. Onun Afrikası’nda bugün çocuklar, o kara gözlü çocuklar açlıktan ölüyor…
Açlık, ölüm ve yaşam… Doğadaki birbirine zıt 3 büyük gerçeklik… Çaldağı’ndaki maden işletmesine karşı çevreci bir mücadele veren ve tüm Gediz Havzasında yaşanabilecek büyük bir çevresel felaketi önlemek için vahşi madenciliğe karşı bir meşale yakan Turgutlu Çevre Platformu’nun, TURÇEP’in bir slogan haline getirdiği bir söylemi var: “Şimdi Yaşam Hakkını Savunma Zamanı.” Yaşam derken, hem doğadaki yaşam, hem de insanın yaşamı kastediliyor elbette. Burada asıl öznemiz de doğadaki en değerli canlı varlık olan insan olduğuna göre, tabii ki yaşam hakkı derken “insanca yaşam hakkı” söz konusu. Ama görüldüğü gibi, insanca yaşama hakkı, artık bizim gerçeğimizde sağlıklı ve temiz bir çevrede yaşama hakkını da içeriyor…
Dediğimiz gibi madenlerimizin üzerinde kara bulutlar dolaşıyor. Ama bu kara bulutların yöremiz için taşıdığı daha ürkütücü, daha korkutucu bir anlamı da var. Yöremizdeki kara bulutlar; asit sisidemek. Çaldağındaki madencilik faaliyeti için kullanılacak 18 milyon ton sülfürik asitin neden olacağı asit buharı demek. Eşme’den Çeşme’ye kadar geniş bir alana rüzgârlarla dağılarak, zamanla asit yağmuruna da dönüşerek dünyanın en cennet bölgelerinden Gediz Havzasını çöle çevirebilecek kara bulutlar… Ama dünyada ilk defa Turgutlu Çaldağı’nda uygulanmaya çalışılan bu madencilik yöntemi nedeniyle yöremizi tehdit eden bulutlar sadece asit sisi ya da asit buharı olmayacak. Bu diğer buluta şimdilik “toz bulutu” diyelim. Ancak; Gediz havzasını çöle çevirecek asit bulutlarının yanı sıra, insanları da kanser hastalığı ile buluşturacak toz bulutu anlamını taşıyacak bir olay bu…
Nikel cevheri nasıl çıkarılacak?
Bugüne dek Çaldağı’ndaki maden işletmesi süresinde kullanılacak 18 milyon ton sülfürik asit dolayısıyla nasıl bir çevresel felaketin yaşanabileceği pek çok açıdan ve bir çok kez ele alındı. Dolayısıyla zaman zaman “Nikel mi istiyorlar, alsınlar götürsünler, başka yerlerde yapsınlar, biz topraklarımız üzerinde sülfürik asit kullanılmasını istemiyoruz” gibi bir düşünce şekli bir çözümmüş gibi akıllara gelebilir veya bu şekilde ifadelerde bulunulabilir, hatta dile getirilebiliyor da. Ama Çaldağı’nda uygulanacak olan bu madencilik yöntemi, “verelim de kurtulalım” ya da “ver-kurtul” anlayışının ne kadar sakat ve yanlış bir tutum ve mantık olduğunu da ortaya çıkaracak kadar ciddi bir tehdit içeriyor. Sülfürik asit kullanımı engellense bile, tehlikenin tam anlamıyla atlatılacağını söyleyebilmek mümkün değil. Çünkü bu yaklaşım sadece işin metalürji kısmının, kimyasal madenciliğin yapılmaması anlamını taşıyor. Peki Çaldağı’nda başka neler olacak? Bunu net bir şekilde görebilmek için de ortaya doğru bir resmin koyulabilmesi gerekiyor.
Hepimizin bildiği gibi, maden denilen şey; bizzat doğanın kendisi tarafından yapılan, doğa tarafından üretilen bir cevherdir. Dolayısıyla bunun hangi şekilde ve nerelerde, hangi cevher olarak oluşacağını yine doğanın kendisi belirliyor. Doğa, yöremizde nikel cevherine karar vermiş. Maden rezervi denilen şeyin yerin altında kasalarla veya konserve kutuları içine konulmuş bir şekilde stok halinde bulunacağını düşünemeyiz elbette. Dolayısıyla bu cevherin kasalarla stoklanmış bir halde toplanarak kamyonlara yüklenip de nakledilmesi söz konusu değil. Hele nikel denilen bu cevherin bir özelliğinin de kayaların içinde ve kayanın kendisi ile bütünleşmiş bir halde olduğunu da biliyorsak, bu alıp-götürme işinin bile başlı başına bir başka korkunç tehdit olduğunu da anlayabiliriz.
Çünkü yapılacak iş; Çaldağı’nın oyulması, ufalanması, kazılması, kayaların patlatılarak parçalanması demek. İçinde nikel bileşimleri bulunan kayaların parçalanıp liç havuzlarına serilecek halde kırılarak, parçalanarak, daha küçük parçalar haline getirilmesi demek. İşte bu işlemler sırasında o sözünü ettiğimiz korkunç toz bulutundan da söz etmek gerekiyor. Bu toz bulutu da iş makinelerinin, madende çalışan kamyonların neden olduğu çeşitten bir toz değil, bu kayaların parçalanıp, Çaldağı’nın oyulması sırasında oluşacak toz bulutu. Peki bu tozun anlamı nedir?
Hepimiz de taş ocakları, yol yapımları ve dolayısıyla tozlu yollar görmüşüzdür. Ama burada önemli bir fark var: Nikel madeni bunlarla kıyaslanamayacak kadar büyük bir işletme olarak tanımlanıyor. Açık bir nikel maden işletmesi için ise çok geniş alanlara ihtiyaç duyulduğu belirtiliyor. Böylesi bir açık nikel maden işletmesinin ne kadar geniş bir alana yayılabileceğini kesin olarak söyleyebilmek de zor. Çünkü böyle bir işletme şimdiye kadar dünyanın hiçbir yerinde uygulanmadığından, ilk kez Çaldağı’nda uygulanacağından bir kıyaslama yapabilme olanağı da yok. Ancak düşünemeyeceğimiz kadar büyüklükte olabileceğini söylemek durumundayız. Dolayısıyla başka işletmelerle kıyaslanamayacak büyüklükte olduğunu düşünebileceğimiz açık nikel madeni işletmesinde yapılacak bu çalışmalar sırasında oluşacak toz bulutunun ne denli büyük kapasitede olabileceğini de hayal gücümüzü zorlayarak hesaplayabiliriz.
Bir de bu çalışmaların Çaldağıı’nda, ya da yüzde 45 eğimli bir arazi yapısı üzerine tesis edilen bir işletmede yapıldığını da göz önünde bulundurursak, bu toz bulutunun rüzgârla tüm Manisa ovasına yayılabileceğini anlamak hiç de zor olmaz. Meteoroloji verilerine göre yöremizde hakim olan rüzgârlar kuzey rüzgârlarıdır, özellikle Haziran ve Ağustos ayları arasında ortalama 73 defa kuzeyden güneye kuvvetli rüzgârlar esmektedir. Haziran ve Ağustos ayları şunun için önemli: Yılın en rüzgârsız mevsimidir çünkü yaz mevsimi. Ama zirveler her zaman biraz rüzgârlıdır. Dolayısıyla yılın rüzgârsız mevsimi olan yaz aylarında bile Çaldağı’nın tepesinde kuzeyden güneye doğru esen rüzgârlar var olabiliyorsa, bunun anlamı bu toz bulutunun bu rüzgârlarla yüzde 45 eğimli bir arazi yapısından tüm ovaya yayılarak dağıtılması demektir. Maden sahası orman ve tarım arazileri içinde ve yerleşim alanlarına da çok yakın. Bu da demektir ki, bu toz bulutu yüzde 45 eğimli bir araziden sadece tarım alanlarına, ovaya değil, yerleşim alanlarına da dağılacaktır.
Peki bu toz bulutunu neden bu kadar ciddiye alıp önemsememiz gerekiyor? Çünkü bu toz içinde nikel tozları da olacaktır. Özelliğinin kaya yapısı ile bütünleşmiş olması dolayısıyla, büyük kaya kütlelerinin patlatılarak, kırılarak, parçalanarak ve kazarak cevherin çıkarılacağı açık nikel ocak işletmesinde böyle bir çalışma sırasında oluşacak toz içinde doğal olarak nikel tozlarının olması da kaçınılmaz.
Ne tür bir çalışma yapılması söz konusu?
Bu konuyu bir de yapılacak çalışma hakkında verilen teknik bilgiler ile açıklayalım: Tamamen açık bir maden işletmesi olarak sürdürülecek bu çalışmalarda, ÇED raporunda maden işletme süresi olarak belirtilen 15 yıl boyunca, günde 8000 ton civarında nikel cevheri, her gün açık ocak işletmesinde delerek, patlatarak, kazarak çıkartılacak. Bu ise saatte 333 ton ediyor. 15 yıl boyunca, yaklaşık her gün, 24 saat boyunca ve her 3 dakikada bir 15 tonluk bir kamyon dolusu cevher madenden tesise gönderilecek. Tesiste bu kadar büyük miktarda cevher, devamlı olarak kırılarak, elenerek yığın liçi işlemine uygun hale getirilecek. Aynı zamanda bu 15 yıl boyunca açık ocak maden işletmesinden çıkarılacak yaklaşık 100 milyon metreküp, içinde hala nikel olan ama ekonomik olmayan kaya da yaklaşık 1600 dönüm sahaya depo edilecek. Bu depolama alanı; yaklaşık olarak eni boyu 1 kilometreden, yüksekliği de 50 metreden uzun bir tepeye eşdeğerde. Böyle bir tepeyi yaratmak için yaklaşık olarak her gün, 24 saat boyunca, dakikada bir 15 tonluk kamyon dolusundan fazla kayanın madenden depolama sahasına gönderilmesi söz konusu.
Bütün bu işlemler sırasında ortaya çıkabilecek toz miktarını da madencilikle hiç ilgisi olmayanların bile tahmin edebilmesi zor değil. Ve bu toz bulutu içinde ham nikel tozlarının olacağını tahmin edebilmek de hiç zor değil…
Bu toz ne olacak?
Maden şirketi yetkilileri, bu tozun su ile bastırılacağını söylüyor. Buna “taşıma suyla değirmen döndürmek” derler. Diyelim ki, tozun bir kısmı suda toplandı. Peki, bu sudaki nikel nereye gidecek? Bu suyun bir kısmının yeraltı ve yer üstü sularına karışmayacağına kimse garanti veremez. Bilim adamlarının nikelin özellikle asitli ortamlarda seyyar bir halde olduğunu vurguladıklarını da hesaba kattığımızda, yer altı sularına karışacağına kesin gözüyle bakabiliriz. Ne yapılırsa yapılsın, tozun bir kısmı da havaya karışacak, hava akımı ve rüzgârla çevreye dağılacak. Bu nikel tozlarının bir kısmı da çeşitli şekillerde doğa ile temas halindeki insan vücuduna girebilir. Girmemesinin mümkün olduğunu söyleyebilmek bilim insanlarına göre imkânsız. İnsan vücudunun günde tolere edebileceği nikel miktarının bir toz zerresinden bile daha küçük olduğu belirtiliyor. Dolayısıyla, böyle bir maden işletmesinin çevre ve insan sağlığı açısından yayacağı zararları tahmin etmek hiç de zor değil.
Buraya kadar anlattıklarımızda, dikkat çekeceği gibi, henüz sülfürik asitten söz edilmedi bile. Çünkü bütün bu yapılanlar çalışmanın daha ilk aşaması. Yani içinde nikel cevheri bulunan kaya veya toprak kütlelerinin yığın liçi haline getirilip asitten geçirilmesi için bulamaç halinde liç havuzlarına serilecek duruma dönüştürülmesinden çok önce yapılan işlemler bunlar. Konuyu bu kadar detayları ile inceleme ihtiyacının duyulması ise, nikel tozları ve bileşimlerinin kanser yapıcı etkileri olduğunun bilinmesi nedeniyle. İşte tehlikenin bir başka boyutu da burada yatıyor. Dolayısıyla yapılacak bu işlemler sırasında havaya, toprağa ve suya karışacak nikel tozları nedeniyle insanları bekleyen kanser riskinin ne denli ciddi bir tehdit olacağı dikkatleri çekiyor.
Ham nikelin kanser yapıcı etkileri
Bugüne kadar hep sülfürik asitle nikel madeni çıkarmanın nasıl büyük bir çevre felaketi yaratacağı bir çok kez konuşuldu, bir çok yönüyle ortaya konuldu. Ama nikel ve nikel bileşimlerinin insan sağlığı için kanserojen etkisine sahip olduğu konusunu da hesaba kattığımızda, Çaldağı’nda uygulanacak bu madencilik faaliyetinin taşıdığı tehdidin boyutunun ne denli büyük olduğu da anlaşılır hale gelebiliyor. İşte pek çok panelde sülfürik asitten ve madencilikte sülfürik asit kullanımının yaratacağı çevre felaketinin ne denli korkunç olacağından söz edilirken, Ege Üniversitesi Halk Sağlığı Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Ali Osman Karababa’nın nikel madenciliğinin insan sağlığına zararlı etkileri üzerine konuşmalar yapmasının nedeni, bu konudaki hassasiyeti, gösterdiği çabalar ve konu ile alakası buradadır. Bugün özellikle gelişmiş ülkelerde bu tip nikel madenciliğinin yapılmaması ve bu tür madenciliğin bizim gibi az gelişmiş ve üçüncü dünya ülkeleri diye tanımlanan ülkelerde yapılmaya çalışılmasının nedeni de budur. Ayrıca ABD’nin “İnsan Sağlığı ve Hizmetleri Dairesi Halk Sağlığı Servisi-Toksit Maddeler Hastalık Kayıt Merkezi” tarafından 2005 yılında yayımlanan "Halk Sağlığı Bildirisi" de, bu tip nikel madenciliği dolayısıyla insanları bekleyen korkunç tehlikeyi ortaya koyuyor. Amerika Çevre Koruma Dairesi’nin talebiyle hazırlanan raporda, insanlarda nikele maruz kalmanın kanser riski taşıdığı vurgulanıyor. Amerika’da 2005 yılında yayınlanmış olan bu rapora bizler ise 2006 yılında ulaşabildik. Aslında çok hızlı hareket edip çok kısa zamanda ulaşabildiğimizi bile söyleyebiliriz.
Az önce açıklamaya çalıştığımız, içinde nikel bileşimi ve ham nikel tozlarının da yer aldığı bu tozların havaya, toprağa ve suya karışmayacağını hiç kimse garanti edemiyor, ama kesinlikle karışabileceği belirtiliyor. Dolayısıyla böyle bir ortamda her durumda nikele maruz kalmak mümkün. Havaya karıştığı için solunum yoluyla, toprağa karıştığı için besin yoluyla nikele maruz kalınabiliyor. En korkuncu ise nikel tozlarının yer altı sularına da karışacak olması. Çeşmemizden içme suyu kullanmasak, bakkal veya marketten içme suyu alsak bile, banyoda duş alırken de nikele maruz kalınabiliyor. Ya da çiftçinin arazisini suladığı ürünlerden beslenme yoluyla da nikele maruz kalınmış olunacak. Amerika’da 2005 yılında yayınlanan "Halk Sağlığı Bildirisi"nde çocuklarda ise nikele maruz kalmanın henüz anne karnındayken veya emzirme sırasında anne sütünden de olabildiği ortaya konuluyor.
Bu madene her yönden ve tümüyle karşı çıkılmalı
Dolayısıyla bu durumda Çaldağı’ndaki bu madencilik faaliyetinin yaratacağı çevresel tehlikenin boyutlarının ne denli büyük olduğu konunun bu yönüyle daha da net bir şekilde görülebiliyor. Sonuçta bu madencilik faaliyetinin sadece bir bölümüne karşı olmak ya da sadece konuyu sülfürik asit kullanımı açısından sakıncalı görmek gibi bir yanılgıya da düşülmemesi gerektiği görülüyor. Yani bu madene sadece bir yönüyle karşı çıkmak, diğer yönlerine ise göz yummak gibi bir aymazlığa düşmemek gerekiyor. Bizlere bu madene her yönüyle ve bütünüyle toptan karşı çıkmak ve topraklarımızı vahşi madenciliğe karşı korumaktan başka bir seçenek kalmıyor.
Dünyanın en bereketli 7 tarım havzasından biri olarak bilinen, bereketi ile efsanelere bile konu olmuş Gediz Havzasının vahşi madencilik uygulamalarına karşı böylesi bir çevreci bilinç ve çevresel duyarlılıkla korunması gerektiği ortada. Çünkü Gediz vadisi çağlardan beri sadece Ege’yi, Türkiye’yi değil, dünyayı bile doyuracak kadar cömertçe bir verimle yaşamayı sürdürüyor. Atalarımız bu topraklarda yaşadı. Bizler bu topraklarda yaşıyoruz. Çocuklarımız ve torunlarımız da yaşayacaklar. Belki torunlarımızın torunları da. Tabii Çaldağı’ndaki bu maden işletmesi işi bitip de buradan çekip gittikten sonra Gediz Havzasında bir yaşam belirtisi kalırsa eğer. Ya da bizler bu maden işletmesine karşı çıkarak vereceğimiz çevreci mücadele sayesinde torunlarımıza yaşam şansı verebilirsek...
Asıl hazine Gediz Havzası'dır
Yapılan bilimsel çalışmalar ve araştırmalar yöremizde toprağın üstünün altından çok daha değerli olduğunu kanıtlıyor. Bu “altından çok daha değerli” tanımı, sadece “yerin altı” anlamında değil, bir başka maden olan altın madeninden bile daha değerli olduğu anlamına da gelebilir. Yani, hepimizin de anası olan doğa, bizleri böyle bir cennet vadiyi armağan diye sunarak ödüllendirmiş bir bakıma. Dolayısıyla, bizler için asıl hazinenin, dünyanın en cennet 7 tarım harikasından biri olan Gediz Havzası olduğunu artık anlamalıyız. Sonuç olarak, böylesi bir cennet vadinin vahşi madencilik anlayışına kurban edilerek maden çöplüğü gibi kullanılıp çöle çevrilmesine her şekilde karşı durmak, Çaldağı’ndaki bu maden işletmesine de her yönüyle karşı çıkmak, bu maden işletmesinin kapatılmasını istemekten başka bir seçeneğimiz olmadığı da ortada.
Ve bilmemiz gereken asıl gerçek de şudur: Doğanın bizlere bir armağan diye sunduğu asıl cevher, gerçek hazine Gediz Havzası’dır…
Teşekkürler ve saygılar sunuyorum…”
(Cumhuriyet Kadınları Derneği'nin düzenlediği etkinliğindeki sunumundan bir bölüm.)
24 Şubat 2013